31 Ekim 2018 Çarşamba
İ.EVRENESOĞLU "ALLAH'I GÖRDÜM.........
PEYGAMBERİMİZ(S.A.V) DAHİ ALLAH'I GÖREMEMİŞ.BU SAPKIN ZAT NASIL GÖRÜYOR? SİDRETÜ'L-MÜNTEHA DA ALLAH(C.C) İLE PEYGAMBERİMİZ(S.A.V) ARALARINDA PERDE VARDI.
Habertürk'te Öteki Gündem programına konuk olan sapık Hidayet Şefkatli Tuksal
Habertürk'te Öteki Gündem programına konuk olan sapık Hidayet Şefkatli Tuksal
Habertürk'te Öteki Gündem programına konuk olan Hidayet Şefkatli Tuksal, programda İslam ve Hurafeler hakkında konuşurken, Hz. Yusuf ile Züleyha arasında yaşanan olayı örnek verdi.
Tuksal, toplumun Züleyha'yı iyi gösterdiğini halbuki Kur'an-ı Kerim'de Züleyha'nın ahlaksız bir kadın olarak anlatıldığını söyledi. Tuksal, "Züleyha benim için azgın bir kadındır." dedi.
"ŞU KADINA HADDİNİ BİLDİRİN HOCAM"
Öte yandan programda ilginç bir an yaşandı. Ali Rıza Demircan'a canlı yayında telefon geldi. Hattın diğer ucundaki kişi, telefonu açan Demircan'a "Şu kadına haddini bildirin hocam" diye seslendi. Canlı yayın ortasında gelen telefondan sonra gerginlik bir süre daha devam etti.
Tuksal, toplumun Züleyha'yı iyi gösterdiğini halbuki Kur'an-ı Kerim'de Züleyha'nın ahlaksız bir kadın olarak anlatıldığını söyledi. Tuksal, "Züleyha benim için azgın bir kadındır." dedi.
"ŞU KADINA HADDİNİ BİLDİRİN HOCAM"
Öte yandan programda ilginç bir an yaşandı. Ali Rıza Demircan'a canlı yayında telefon geldi. Hattın diğer ucundaki kişi, telefonu açan Demircan'a "Şu kadına haddini bildirin hocam" diye seslendi. Canlı yayın ortasında gelen telefondan sonra gerginlik bir süre daha devam etti.
http://www.ensonhaber.com/hidayet-sefkatli-tuksal-zuleyha-azgin-bir-kadindir-2013-09-16.html
GÜNAHI SEVABINDAN FAZLA OLAN MÜSLÜMANLAR EBEDİ CEHENNEMDE KALACAK DİYENLER;
"Sonra da Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanları kurtaracağız. Zâlimleri ise dizleri üstü Cehennem'de bırakacağız."
MERYEM SURESİ 72.AYET
AÇIKLAMA :
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ'nın "cisiyyâ" dediği, günahları sevaplarından fazla olan ve cehennemde kalacak insanlardır. Onlar dizüstü çökmüş olarak kalanlardır. Meryem-68'de bu dizüstü çökmüş olanların cehennemin bütün çevresini kuşattıkları ifade ediyorlar.
19/MERYEM-68: Fe ve rabbike le nahşurennehum veş şeyâtîne summe le nuhdırannehum havle cehenneme cisiyyâ(cisiyyen).
Rabbine andolsun ki, sonra da onları mutlaka haşredeceğiz (toplayacağız). Sonra onları, cehennemin etrafında diz üstü çökmüş olarak hazır kılacağız.
Zalimler; kendilerine zulmedenlerdir. Onların günahları sevaplarından fazladır. Derecat kaybettiği her olayda, kişi kendine zulmeder. kişi derecat kazanırsa, o da o kişi için hayırdır. kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazla olanlar Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Gidecekleri yer cehennemdir. Allah'a ulaşmayı dileyenler, Allah'ın izin vermesiyle kurtardığı kişilerdir. Onlar cennette alınacaklardır..
HADİS İNKARCILARI
ÖNCELERİ M.İSLAMOĞLU İLE BİRLİKTE HİLAL TV'DE BOY GÖSTEREN HADİS İNKARCISI SAPIK M.OKUYAN.
İRAN'DA TEK ŞUBESİ OLAN HİLAL TV'DİR.
BURDANDA ANLAŞILACAĞI GİBİ BUNLAR ŞİA AJANLARI. TAKİYYE YAPARAK KENDİLERİNİ GİZLEYEN KRİPTO ŞİİLER. AMAÇLARI SÜNNETE SALDIRIP, EHL-İ SÜNNETİ YIKMAK.
Emre Dorman nereye koşuyor?
Okuyanlar anımsayacaklar: Mustafa İslamoğlu'nun iddialarına cevap olarak, ismi yine Risale-i Nur'dan mülhem, 'Güya Allah'ı takdis ederken... ' diye bir yazı serisi karalamıştım.
Bediüzzaman bu ifadeyi Mutezile için kullanıyor aslında. Onların 'iyi birşey için kötü birşey' yaptıklarını dile getiriyor orada. Amaçları ne? Amaçları, Allah'ı takdis etmek. Onu kusurlardantenzih etmeye bir yol bulmak. Ulaşılan sonuç ne: Şirke kapı açmak. Ulûhiyet akidesini en pis çamurla lekedar etmek. Nasıl? Anlamak için ilgili metne dönelim yüzümüzü:"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (... )Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar.
Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez.
Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı.Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler.
Geçtiğimiz günlerde Emre Dorman'ın attığı twiti okurken de aklıma bu bahis geldi nedense. Şöyle diyordu Dorman orada: "Hadis reddetmek peygamberi inkar etmek değildir. Kur'an'ı tek ölçü bilip peygamberimize atılan iftiraları reddetmektir. " Yani ilgili beyanlarından Kur'an müslümanlığı rüzgârına kapılmış olduğunu anladığımız Dorman'ın aslında niyeti iyi, pek güzel, hatta pek şeker. Hadisleri reddediyor ki, Kur'an daha güzel anlaşılsın ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselama atılan iftiralar temizlenmiş olsun. (Peki nübüvvetin öğretmenlik fonksiyonu? Boşver canım onu. Modern zamanlardayız. Süper zekâlıyız. Biz hallederiz. ) Oh ne güzel... İnkâr et rahatla. Ne kadar bilimsel bir metod öyle değil mi?Fakat bir saniye! Bu ifade Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği tehlikeyi andırmıyor mu biraz? Yani yapılan şey görünüşte bir takdis/tenzih iken, hakikatte insanın kendi hevasının/fehminin sınırlarıyla birşeyleri sınırlandırması değil mi bu da? Mesela; Mutezile, Allah'ı kendi fehmince/idrakince temizlemek isterken aslında onun 'yaratışına' (dolayısıyla ilahlığına) bir sınır koyuyor ve şirk koşuyor. Daha beter kirletiyor uluhiyet anlayışını...
Peki, bizim iyi niyetli Emre Dorman'ımız acaba hangi çamları deviriyor Allah Resulünü temizlemek isterken? Düşünmek gerekmez mi üzerine?Hani meşhur bir sözdür, bilirsiniz: "Kötülüğün yolları iyi niyet taşlarından örülmüştür... " denir. Ben bu haleti, o sözün anlattığına çok benzetiyorum. Böyleleri aslında bizi yaptıklarının neticeleriyle yüzleşmeye değil, bunu yapmaktaki amaçlarının güzelliğine meftun etmek istiyorlar. Aforizma aforizma avlıyorlar imanımızı.
Tıpkı Hayvan Çiftliği'nde Orwell'ın güzelce tasvir ettiği gibi. Domuzlar, daha iyi bir gelecek için hayvanları bir devrime ikna ediyorlar, ama sonuçta devrimle elde edilen eskiden de kötü, beterin beteri bir düzen oluyor. İşte bizdeki Kur'an müslümanlığı meftunlarının da bizi razı etmek istedikleri ütopya bu. Hatta 1984 tarif edilirken kullanılan ifadeyle: Karaütopya.
Prof. Dr. Orhan Çeker'in Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış kitabında hadis ve Kur'an arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı, çok beğendiğim bir ifadesi var: "Eğer hadisler olmazsa... " diyor Çeker, "Kur'an manevî tahrife açık hale gelir." Yani Kur'an'ın lafızlarının değil, ama o lafızlardan anlaşılması gerekenin tahrifi/bozulması ancak hadislerin inkârıyla mümkündür. Yoksa hadisler sizin ayaklarınızı/ellerinizi istikamet üzere bağlar. Kur'an'daki kelimeleri/cümleleri, onlarla kastedilenin ne olduğunu, size hayatın içinden örneklerle/anılarla söyler hadisler.
Bu nedenle Kur'an'ın kalkanı gibi bir işlev görürler.Eğer niyetiniz Kur'an'ı tahrif etmekse, önce bu zıhra sataşmanız gerekir. Hadislere (ilk müfessire) olan güveni kıramazsanız, Kur'an'ın mana ve tevilce tahrifini başaramazsınız. Belki kelime-i şahadette Allah'a imanın Resulüne imana bu derece bağlanmasının sırrı da budur. Ve nitekim Kur'an'da da sık sık hem Allah'a, hem Resulüne itaat edilmesinin gereği vurgulanır. (Sadece Kur'an'a değil. )
Ehl-i sünnet âlimleri de hep bu yol üzere gitmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Konuya dair güzel bir izahı da Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları 2'de yapıyor:"Bütün mesele, Sünnet'e söyletemediklerini Kur'an'a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur'an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi, muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid'at fırkaları, davalarını Kur'an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir.
Yine bu sebeple Efendimiz, ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste 'kurtuluşa eren fırka'nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerine bulunduğu yolda yürümek olarak tayin ve tarif buyurmuştur. "Hadis inkârcıları, işte yine sırf bu nedenle, ehl-i ihtisas olmadıkları halde hadisler konusunda boru öttürmeye pek meyyaldirler. Hepsi serapa ehl-i fazilet insanlar olan hadis imamlarını ve başlı başına çok derinlikli/nitelikli bir ilim olan hadis ilmini küçük göstermek için yarışmaları da bundandır. Hatta bu insanların içine düştüğü en büyük sapkınlık, sened tahlilini öteleyip kendi akıllarıyla mana tahliline girişmeleridir.Onların akıllarının ve Kur'an'dan anladıklarının tek miheng olduğu bir düzlemde konuşur da konuşurlar... Cür'etin bini bir para olur. "Bence hadis değil... " veya "Bana hadis gibi gelmiyor... " dışında hiçbir usulleri ve değerlendirme kıstasları yoktur aslında.
Biraz üzerlerine gitseniz mesela: Bir hadisin hadis olduğuna karar verirken hangi standartlara dayanırlar? Neye göre ve ne göstergelerle karar verirler? Neye göre reddeder/kabul ederler? Hepsi bunların gözünde/zihninde duman olmuştur. Bazen olur, işlerine geldiğini düşündükleri için zayıf hadisleri en sahih hadislerden bile daha muteber gibi aktarırlar. Bazen de işlerine gelmiyor diye en sahih hadislere bile burun kıvırır, dudak bükerler. Tutarsızlıkların "Bana öyle geliyor/gelmiyor... " çizgisinde bir papatya falı tahlile dönüştürüldüğü bu ekol mensuplarından duyduğunuz hep şudur: "Sizi uydurulmuş dinden, indirilmiş dine çağırıyoruz."Fakat ne tuhaftır ki; hiçbirinin indirilmiş dini de bir diğerine uymaz. Hepsine ayrı ayrı bir şeyler inmiş gibi olur.
Hadisleri inkâr etmekle güya Kur'an bayrağı altında toplanmış(!) bu zümrenin, bu bayrak altında toplanmakla tevhide ulaştıklarını düşünmek de mümkün değildir. Bunların cemiyeti, duyduğu her ayeti başka taraflara çeken/farklı anlayan sağırlardan oluşmuş sağır sultanlar korosudur.
Emre Dorman okur başka anlar. Caner Taslaman okur başka anlar. Mustafa İslamoğlu okur başka anlar. Yaşar Nuri Öztürk okur başka anlar. Abdulaziz Bayındır okur başka anlar. Hepsinin keyfine göre küçük küçük fıkıhçıkları oluşur. Böylece tamamen iyi niyetlerle Allah Resulünü ve Kur'an'ı tenzih etmeye çalışırken insan sayısınca dininiz olur.
Çünkü Kur'an'ın etrafındaki mana koruyucuları yıkılmıştır. İsteyen, istediği lafzı, istediği lügatten, canının çektiği anlamı vererek, istediği gibi tahrif eder. Bir örnek vereyim:
Bunlardan birisiyle konuşurken 'hadislere bu denli
itimatsızsa/güvenmiyorsa namazlarını nasıl kıldığını' sormuştum mesela. Bana, namazda bizim olmazsa olmaz gördüğümüz her rüknün uydurma olduğunu, orada secde/rükû ile kastedilenin de aslında Allah'a saygı duymak olduğunu söylemişti. Varın siz düşünün gerisini. Böyle insanlarda dinden ne kalır? Hâsılı kelam: Sünnet, Kur'an'ın kalkanıdır. Kalkanını düşürmeden süvariyi yenemezsiniz.
Kaynak: Emre Dorman nereye koşuyor? - Ahmet AY
http://
Başakşehir belediyesi kader inkârcısını konferansa çağırdı.
Başakşehir belediyesi kader inkârcısını konferansa çağırdı.
Kadere İman'ı İnkâr Eden,
Cennet Cehennemin Sonu Var Diyen,
Hz. İsa'nın İneceğini İnkar Eden,
Ölüler için Kur'an Okunmaz Diyen,
Kabir Azabını İnkar Eden,
Hadisleri İnkar Eden,
Kısacası "Kur'an Bize Yeter, Gerisi Hurafe" mantığı güden,
Peygamberin yorumunu kabul etmeyip kendi yorumları ile Kur'an'ın manasını çarpıtanlardan, Aynı yolun yolcusu Mustafa İslamoğlu'nun yoldaşı Mehmet Okuyan Başakşehir Belediyesi tarafından konferansa çağrıldı.
Daha önceleri belediyeler Dinler Arası Diyalog belası için çaba gösterir, diyalogcuları çağırır konferans verdirirdi.
Şimdi ise artık moda kendi yorumunu Peygamberin yorumundan üstün gören, Müslümanların yaşadığı dine "uydurulmuş din" diyenleri çağırmak oldu?
Valilikler ve hükumet bu konuda bir önlem almaz ise "İran" gibi İslam'a savaş açan milletlerin ülkemizde nüfuzunu arttırması kaçınılmaz olacaktır?
www.ihvanlar.net
Prof.Dr.Mehmet Okuyan: “Hz. Meryem Çift Cinsiyetli olabilir”
Kamuoyunda Mustafa İslamoğlu’nun okuyan versiyonu olarak bilinen Prof. Dr. Mehmet Okuyan’ın geçtiğimiz yıllarda katıldığı bir televizyon programında Hz. Meryem için “Çift cinsiyetli” dediği ortaya çıktı.
Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Okuyan, sözlerine “ Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı Dünya’ya getirmesinin mucizevî bir yaratılış olduğunu biliyoruz da onu açıklama imkânlarımız var artık.” diye başlıyor.
Şuanda Hz. Meryem için K.Kerimde hem Al-i İmran suresinde birkaç ayette ve Meryem suresinde Hz. Meryem’in vücut yapısının bir bitki gibi hatta doğrudan bitki gibi bile değil bitki özelliğinde yaratılmış olduğunu idda eden Okuyan iddiasına delil olarak Al-i İmran suresi 37. ayetini öne sürüyor. “Sözkonusu ayetten Hz Meryem’in vücut yapısının farklı olduğu, sadece ona ait bir özellik olarak Kur’an-ı Kerim onu Hz Meryem’e özel kıldığını beyan ediyor.” diyen Okuyan’ın, Bitkilerdeki döllenme işinin yabancı döllenme ile kendine döllenme noktasında farklılık arz ettiğini ve muhtemelen Hz. Meryem’in vücudunda hem erkek hem de dişi hücrenin bulunmasını ve Hz. Cebrail ile karşılaştığında yaşadığı korkunç sarsıntı ile beraber o döllenmenin meydana geldiği izah edilebilir.” Şeklindeki şok iddiası karşısında su Program sunucusu Hulki Cevizoğlu dahi şaşırıyor ve “Ben bunu ilk defa duyuyorum. Bu açıklama kitaplarda yazıyor mu? Nerde var bu açıklama?” şeklinde bir soru yöneltiyor.
Hulki Cevizoğlu: “Nerde var bu açıklama?”
Okuyan da cevap olarak şunları söylüyor: “Yani ben bu konuda biraz çalışmalar yaptım.Bir kısmı bazı kitaplarda var. Bir yere kadarki kısmı, yani Hz. Meryem’in çift hücre sahibi olduğuna dair Kur’an-ı Kerim’in içerisinde, hem Enbiya hem de Tahrim suresinde Hz. Meryem’e gönderme yapan ifadelerde hem dişil zamir kullanılıyor hem de erkek zamir kullanıyor. ‘Fenefehna fîhâ’ – ‘fenefehna fîhî’ şeklinde Hz. Meryem’e Allahu Teala hem ha zamiri kullanarak ona üfledik diyor hem de ‘hu’ zamirini yani erkek için kullanılan zamiri kullanarak üflediğini ifade ediyor. Belli ki onun vücut yapısında bir farklılık var. Başka ayetlerde O’nun bitki ile ilişkilendirilen bir ifadesi var. İkisini beraber yan yana aldığınız zaman o döllenmede bir “kendine döllenme” örneğini Hz. Meryem’de yaratılmış olmasına dair bir fikir geliştirebiliriz. Şahsen ben o kanaatteyim.”
Hz isa’nin kardeşi var mıydı?
Program sunucusu Hulki Cevizoğlu’nun “Hz isa’nin kardeşi var mıydı?” soruna karşılık Okuyan şöyle diyor: “Hz Meryem‘in bu şekilde doğurduğu tek çocuk Hz İsa. Ama çeşitli bilgiler var. Hz. Meryem’in daha sonra evlendiğine dair bir takım bilgiler var . Bu bilgiler doğrultusunda evlenip başka çoluk çocuk sahibi olduğuna dair rivayetler var. Onların ne kadar kesin olduğunu bilmiyorum ama bu şekilde dünyaya gelişi Hz isa’ya özel.”
ISLAH HABER (HABER MERKEZİ)-
http://www.islahhaber.net/
Namık Kemal Zeybek, "Kur'an'da namaz yok"
Eski Bakan Namık Kemal Zeybek, "namaz kılmayan hayvandır" sözünü eden Mustafa Aşkar'a cevap verip ulusalcılardan alkış alayım derken namazı inkar etti.
Eski Bakan Namık Kemal Zeybek, KRT'de Çağlar Cilara'nın sorularını yanıtladı. Zeybek, "namaz kılmayanların hayvan olduğunu söyleyen" Prof. Dr. Mustafa Aşkar'a cevap vereyim derken iyice saçmaladı.
Ulusal Kanal'da programlara çıkıp Yaşar Nuri Öztürk gibi kendisini Allah'a beğendirmeyi bırakıp solcuların alkışlarına kaptıran Namık Kemal Zeybek, "İmam Hatip okullarında şuanda namaz kılma oranı yüzde 17, demek ki kalanı hayvan. Bugün bakanların, milletvekillerinin birçoğunun namaz kılmadığını herkes biliyor, namaz ile ilgileri yok, onlar hayvan mı oluyor?" yanıtını verdi.
Zeybek daha da ileri giderek, "Kuran-i Kerim'de namaz diye bir kelime yoktur. Bilenler çok ama birçok insana şaşırtıcı gelecek bir ifade. Namaz kelimesi Arapça'da da yok. Bugün Araplar namaz demezler, bazen salat bazen zikir denir. Zerdüşt dininde ibadetin adı namazdır. Kuran'da namaz diye bir kelime yok" ifadelerini kullandı.
Türklerin, İslam'ı Araplardan değil, Zerdüştlerden öğrendiğini söyleyen Zeybek namazın İslam'da değil Zerdüştlükte olduğunu belirtti. Zeybek, "Zerdüşt dininde ibadetin adı namazdır" dedi ve şöyle konuştu:
"NAMAZ KURAN'DA YOK ZERDÜŞTLERDEN ALDIK"
Zeybek, dilleri Allah'ın yarattığını ve toplumların birbirlerinden etkilenmesinin normal olduğunu hesaba katmaksızın "namaz" kelimesi üzerinden Kur'an'da namaz anlamına gelen 400-533 arası ayet ile hadis kitaplarında "salat" babı altında zikredilen hadisleri inkardan geldi.
Herkesin bildiği Peygamberimizin "Bir kimsenin evinin önünde bir nehir olsa ve beş defa o nehirden yıksansa onda kirden eser kalır mı?" örneğiyle örneklendirdiği beş vakit namazı da inkardan gelen Zeybek, "Kuran-ı Kerim'de namaz diye bir kelime yoktur. Bilenler çok ama birçok insana şaşırtıcı gelecek bir ifade. Namaz kelimesi Arapça'da da yok. Bugün Araplar namaz demezler, bazen salat bazen zikir denir. Salat dua demektir. Biz Türkler Müslümanlığı Araplardan değil Farslardan öğrendik. Daha doğru Fars diye ifade ettiğimiz bu topluluk içinde Tacik diye bir halk vardır. Tacik halkını oluşturan da Samaniyan diye bilinen, Firdevsi'nin Şehname'sini yazdığı dönem, İbn-i Sina'nın yetiştiği iklim. Biz onlardan öğrendiğimiz için onlar ne diyorsa onu dedik. Onlar eskiden Zerdüşt dinine mensup idiler. Zerdüştler ibadetlerinin adına namaz derlerdi. Zerdüşt dininde ibadetin adı namazdır. Kuran'da namaz diye bir kelime yok. Vakit meselesi tartışmalı. Namaz ile ilgili günün başında ve sonunda tanrıya yakarın, salatta bulunun diye bir ifade var. Salat'ın da çok çeşitli anlamı var." sözleriyle Ulusalcıların medarı iftiharı oldu.
Oysa İslam literatüründe etkileşim halinde Farsça, Kürtçe, İbranice, Türkçe gibi diller karışımı bir çok kelime bulunuyor. Önemli olan ibadete verilen isim değil ibadetin mahiyeti iken onlarca ayet ve hadis karşısında namaz ibadetinin mahiyetini bırakıp ismine takılarak namazın zerdüştlerden aldığını iddia etmek tam bir cehalet.
Herkes biliyor ki Prof. Dr. Mustafa Aşkar Namaz adı altında ibadete dikkat çekti. Oysa Namık Kemal Zeybek Namaz ismi üzerinde polemik yaparak ayet ve hadislerle sabit olan namazı inkara kalkıştı.
ATATÜRK,EVLİYADIR DEMİŞTİ
Zeybek daha önce de Atatürk'ün evliya olduğunu iddia ettiği sözleriyle gündeme gelmişti.
Yavuz Bahadıroğlu ile katıldığı bir programda Zeybek 'Allah'ın gökte olduğuna inanan din var ya bu bir sapıtma noktasıdır. Allah mekandan münezzehtir gökte falan değildir. Atatürk’ün din anlayışını ve Allah ile samimiyetini anlamak için benim büyüğüm Ahmet Kayhan Dede’nin sözünü söyleceğim kim itiraz ediyorsa etsin. Bunu herkese söyledi 'Atatürk bir evliyadır. Atatürk’ün sözlerinin bir çoğu Kur'an'dan hadisden alınmadır'' sözleriyle tepki almıştı.
http://
MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN BABASININ ALİ EREN’E YAZDIĞI MEKTUPTAN BİR BÖLÜM.
“Muhterem Ali Eren Beyefendi!..
Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler…
Allah, hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla…
Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.
“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!… Mustafa’nın dâl ve mudılliği, baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz… Milyonları ifsat ve idlal etmesin… Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun…”
“Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” Ali Eren / Yeni Mesaj,21.10.2000
Bilgi: dâl = sapık mudıl = saptırıcı idlal etmek = saptırmak, yoldan çıkarmak.
http://www.ihvanlar.net/
Mustafa İslamoğlu’nun babası: Keşke onun babası olmasaydım.
Daru’l Hikme’den Muhammed Zahid bey, Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu’nu ziyaretlerini anlatıyor. Okurken insanın vicdanı sızlıyor. Bir babanın çaresizliğini görüyorsunuz adeta. Nuh Aleyhisselam’ın oğlunu gemiye alabilmek için çabalaması gibi O da oğlunu delalet kuyusundan çıkarmak için gayret ediyor. Her gleenden oğlu için dua istiyor. Oğlunun bir kitabını bile evine sokmamış. Ve en acısı da: ‘Keşke onun babası olmasaydım’ demek zorunda kalıyor…
İşte o hatıra:
Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaretimize gelince; Elhamdülillâh daha önce hiç duymadığımız şeyleri Ahmed İslâmoğlu Hoca’dan duyduk. Hoca kitaplarla dolu bir odada hasta bir şekilde yatmasına rağmen bizim geldiğimizi görünce toparlandı ve önemli nasihatlerde bulundu. Hoca’da beni en çok etkileyen sünnet-î seniyyeye olan bağlılığıydı. Şeker ikram ettiğinde, iki adet şeker alanlara; ‘Ya bir tane daha şeker al, ya da bir tanesini geri bırak. Allah tektir teki sever’ diyerek çok tatlı bir üslûpla bizleri karşılamıştı. Çayımızın şekerini nasıl karıştırmamız gerektiğinden, saatimizi sağ kolumuza takmanın daha uygun olacağına kadar pek çok konuda bizleri bilgilendirdi. Talebe olmamıza rağmen sakal bırakmamız konusunda da ciddi teşvikleri ve duaları oldu. Dedim ya hasta olmasına rağmen bizimle özel ilgilendi. Bunda kendisinin de mürşidi Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin evlâdları olmamızın payı elbette büyüktü. Yani Ahmed İslâmoğlu Hoca bizim hem büyüğümüz, hem muhterem bir hocamız hem de ihvanımızdı. Rabbimiz Hoca’ya sağlık sıhhat versin.
Ahmed İslâmoğlu Hoca’yı ziyaret ettiğimiz günler, oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun hayli etkili olduğu, hatalı görüşleri insanlara empoze etmekte tavan yaptığı günlerdi. Kendi adıma konuşayım, Ahmed Hoca’nın oğlu Mustafa İslâmoğlu ile alakalı bir iki şey söylemesini temenni etmiyor değildim. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın, oğlu ile alakalı söylediklerini duyduğumuzda ben de dâhil hepimiz hem çok üzüldük, hem de tabir-î caizse ağzımız açık kaldı. Ahmed Hoca’nın, Mustafa İslâmoğlu ile alakalı söylediklerini birkaç paragrafta ele alalım;
Bilindiği gibi Ahmed İslâmoğlu Hoca, Ali Eren’e yazdığı mektupta oğlu Mustafa İslâmoğlu’nun saptığını ve insanları da saptırdığını yazmıştı. Ahmed Hoca’nın bizim yanımızda söylediklerini duyunca bu mektubun kesinlikle doğru olduğuna kanaat getirdim ve zerre kadar şüphem kalmadı. Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için bizlerden dua istedi ve ekledi; ‘Mustafa’nın hidayeti için ziyarete gelen dostlarımdan özel dua istiyorum.’ Gerçekten de üzücü bir tablo ile karşı karşıyaydık. Hatta bir ara ‘Keşke onun babası olmasaydım’ şeklinde hepimizi derinden yaralayan bir ifade kullandı. Bir babanın evlâdı hakkında bunları söylemesi ne kadar da acı değil mi? Rabbimiz Ahmed Hoca’nın ve dua istediği zatların dualarını kabul buyursun da Mustafa İslâmoğlu’na hidayet versin.
Ahmed İslâmoğlu Hoca, Mustafa İslâmoğlu’nun kustuğu zehirlerden de bahsetmeyi ihmal etmedi. Çünkü hidayeti için dua istenilen birisinin bir şeyler yapmış olması lazım ki hidayet çizgisinden uzaklaşmış olsun ve hidayeti için dua edilsin. Öyle değil mi? Ahmed Hoca benim çok dikkatimi çeken ve sizin de şaşıracağınızı düşündüğüm şu ifadeleri kullandı; ‘Bugüne kadar Mustafa’nın bir tane bile kitabını evime sokmadım, sokmam da.’ Ardından Mustafa İslâmoğlu’nun kitaplarında kullandığı yöntemlere de değinerek kelimeleri şeytanca kullandığını, birçoklarına hiç fark ettirmeden zehrini empoze ettiğini açıkça dile getirdi. Eğer Mustafa İslâmoğlu’nun batıl düşüncelerinden dönmezse kendisiyle birlikte peşinden giden onbinlerce insanı da helâk edeceğini anlattı. Ahmed Hoca’nın anlattığı şeyler son derece önemli olmakla birlikte bir o kadar da üzücüydü maalesef…
Ahmed Hoca’nın temas ettiği bir diğer husus ise Mustafa İslamoğlu’nun tasavvufla ilişkisine dairdi. Şimdi bazılarınız Mustafa İslâmoğlu’nu tasavvuf ve tarikat münkiri olarak görüyor olabilirsiniz ve doğal olarak da; ‘Mustafa İslâmoğlu ve tasavvuf? Ne alaka?’ diye sorabilirsiniz. Mustafa İslâmoğlu sanılanın aksine baştan beri tasavvuf münkiri olan veya tarikata mesafeli duran birisi değildir. Kendi resmî sitesinde yer alan bilgide ifade edildiği gibi Mustafa İslâmoğlu küçük yaştan itibaren Yahyalı Dergâhı’ndaki manevî havayı tenefüz eden birisidir. Bildiğiniz gibi Mustafa İslamoğlu’nun edebiyatçı yönü de var. Ahmed İslâmoğlu Hoca’nın naklettiğine göre Mustafa İslâmoğlu’na mahlasını Yahyalılı Hacı Hasan Efendi vermiş, Mustafa İslâmoğlu da silsilede yer alan mürşidlerden Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi için şiirler yazmıştır. Bu bilgileri bizzat Ahmed İslâmoğlu Hoca ziyaretimiz sırasında anlatmıştır. Gelin görün ki Mustafa İslâmoğlu bugün rabıta konusunda beşik şeyhi Ferit Aydın’ın kitaplarını tavsiye edebilecek kadar yozlaşmıştır. Ahmed Hoca’nın isteği üzerine Mustafa İslâmoğlu’nun hidayeti için dua ediyoruz.
BABALARA KULAK VERİN!
Değerli kardeşlerimiz bu babalara kulak veriniz. Bakın mesela Edip Yüksel’in babası da kendi oğlunun bir mürted olduğunu açıklamıştır. Edip Yüksel’in uyarak sapıttığı Reşat Halife’nin babası da oğlunun kafir olduğu ve katlinin vacip olduğu fetvasını vermiştir.
Bu çok acı bir tablodur…
Ancak bu kişileri takip edenler, bu kişileri en iyi tanıyan babalarına kulak versinler. Bir kişinin çocuğu hakkında bu ifadeleri kullanması hele hele Allah’a tevekkülde zirve olan bir insanın “keşke benim çocuğum olmasaydı” demesi çok basit bir hadise değildir. O yüzden bu insanları takip edenler bir değil bin kere daha düşünsünler.
Bu arada bizlerde Ahmed İslamoğlu’nun isteği üzerine oğlunun hidayeti için çok dua ediyoruz…
Rabbimiz, neslimizden inkârcı, küfür ehli kimse yaratmasın… Böyle acılar yaşatmasın…
www.ihvanlar.net
http://www.ihvanlar.net/
Türk Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007 tarihli basın açıklaması.
Türk Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007 tarihli basın açıklaması.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.
Bu bağlamda;
Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir.
22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir.
Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir.
Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir.
Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir.
Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir.
Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
https://tr.wikisource.org/ wiki/ Türk_Genelkurmay_Başkanlığı _27_Nisan_2007_tarihli_bas ın_açıklaması
Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.
Bu bağlamda;
Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir.
22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir.
Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir.
Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir.
Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir.
Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir.
Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
https://tr.wikisource.org/
KUTLU DOĞUM HAFTASI NE ZAMAN VE KİMLERİN KARARIYLA BAŞLADI?
KUTLU DOĞUM HAFTASI NE ZAMAN VE KİMLERİN KARARIYLA BAŞLADI?
Kutlu Doğum Haftası, Süleyman Hayri Bolay'ın teklifi ile Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında başlatılan, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da desteklenerek sadece Türkiye'de resmiyet kazandırılarak her yıl farklı gündem ile Hz.Muhammed'in(s.a.v) anlatılmasının amaçlandığı ve doğum gününün miladi takvime göre 20 Nisan kabul edilerek kutlandığı ifade edilen bir etkinlik haftasıdır. Etkinlik son yıllarda 14-20 Nisan tarihleri arasında yapılmaktadir.
Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri 1989′da hicri takvime (Hicret olayı ile başlayan ay takvimine) göre, Mevlit Kandili’nin peşi sıra düzenlendi. Ancak 1994 yılından itibaren, diğer dini günlerin aksine miladi takvime (İsa'nın doğumunu başlangıç kabul eden güneş takvimi) göre kutlanmaya başlandı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı ile birlikte devlet kurumlarının yayınlanan genelgeler ile katılımı arttırılarak ülke çapında daha geniş çaplı organizasyonlar düzenlenmeye başlandı.[1][2]
Ortaya çıkışı ve günümüze kadarki süreç
Mümtaz'er Türköne,Türkiye Diyanet Vakfı'nda Yayın Kurulu üyesi olarak görev yapmaya başladığı dönemde, kurul başkanı Profesör Süleyman Hayri Bolay, Ayvaz Gökdemir ve kendisinin bulunduğu 6 kişilik bir kurulun aldığı karar ile ortaya çıkan bir proje çalışması olarak açıklamıştır.[7]
Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti bu projeyi kabul etti. Diyanet işleri başkanlığı tarafından da desteklen bu proje hicri takvime göre kutlanan Mevlid kandili'nin içinde bulunduğu haftanın Kutlu Doğum Haftası olarak ilan edilmesi ile yaşama geçti. İlk yıl sadece Ankara'da ve sadece İlahiyat Fakültesi bulunan illerde kutlanan etkinlik daha sonra diğer illerde düzenlenen panel ve konferanslar ile genişletildi.[8] Bu haftanın farklı etkinlikler ile gelişmesinde Nur Cemaati büyük rol oynadı.
1994 yılından itibaren de, Hicri Takvime göre 11/12 Rebiülevvel 1415 (18/19 Ağustos 1994)[9] kutlanması gereken hafta gerekçe gösterilmeden (Hicri Takvim'in 10/11 gün kısa olması dolayısıyla o yıllarda yaza doğru yaklaşan Mevlid Kandili Türköne'nin yazısında açıkladığı üzere o dönemde kış aylarına gelmesi söz konusu değildir) Mahmut Paşa el-Felekî'nin hesaplaması doğru kabul edilerek miladi takvime göre 20-26 Nisan tarihine sabitlendiği açıklanmıştır.[7] Bu yıldan itibaren hafta içerisinde sempozyum düzenlenmeye başlamıştır. Kutlama Haftası'nın bu tarihe sabitlenmesi ile Muhammed'in doğum günü yılda iki defa kutlanmaya başlamıştır.
1995 yılından itibaren yine Türkiye Diyanet Vakfı aracılığı ile Muhammed'e yazılan naatlarda gül ile özdeşleştirilmesinden esinlenilerek "Bir Dal Gül Ver" kampanyası başlatılmıştır. 1996 yılında "Kutlu Doğum Aşı" adı altında da Diyanet Vakfı, hazırladığı 3500 kişilik etli pilav ve ayranı, Kocatepe Camii avlusunda ilk kez teşrif edenlere ikram etmiştir.
Miladi takvime göre 20-27 Nisan olarak sabitlenen bu etkinlik Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması ile Türk Milletinin egemenliğini eline aldığı tarih olan 23 Nisan 1920 tarihi esas alınarak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak ulusal çapta kutlanan bayram ile çakışması halktan ve sivil toplum kuruluşlarından alternatif bir kutlama olarak halkın arasına sokulmak istenen bir çeşit fitne olduğu tepkisi ile karşılaşmıştır.
Çocukları ve ailelerini bu bayram ile kutlama haftası çerçevesinde düzenlenen Kuran okuma yarışmaları gibi etkinlikler arasında seçim yapmaya zorlayan düzenlemeler karşısında Genelkurmay Başkanlığı da bir basın açıklaması yaparak gelişmelere kayıtsız kalmamıştır. Açıklamasında bazı örnekler vererek çalışmaların alternatif bir tören olarak görüldüğü ve bölücülük çalışmalarıyla benzerliklerinin altını çizmiştir.
Ayrıca etkinliğin son gününün Fethullah Gülen'in doğum tarihi (27 Nisan 1941) ile çakışması kutlamanın bu kişiye atfen yapıldığı konusunda ayrı bir tepki doğurmuştur.[10][11]
Gelen tepkiler üzerine 2008 yılından itibaren etkinlik tarihi bir hafta öne alınarak değiştirilmiş ve 14-20 Nisan tarihleri arasında düzenlenmeye başlamıştır.[12]
AKP döneminde bu kutlamaların resmi bir törene dönüştürülmesi, siyasi parti liderlerinin öne çıkması dikkat çekmeye başlamış, din ve siyasetin bir araya geldiği bir hafta olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Bunun en önemli örneği ise Resmi Gazete’nin 13 Şubat 2010 tarihli sayısında yayımlanan bir genelgede görülebilmektedir. Bu genelgede Kutlu Doğum Haftası’nın kutlanmasına ilişkin usul ve esaslar tek tek sıralanmıştır. 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgesiyle okullarda Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri düzenlenmiştir.
2013 yılında yapılan kutlamalar da mecliste bulunan parti liderlerinin katıldığı açılış töreni, dini içerikli sözler ile birbirlerine gönderdiği siyasi mesajlara sahne olmuştur.[13] Dİyanet İşleri Başkanı'nın Diyarbakır Belediye başkanı ile verdiği pozlar dinin ve diyanet işlerinin bazı çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı tepkisi almıştır.[14]
https://tr.wikipedia.org/ wiki/Kutlu_Doğum_Haftası
Kutlu Doğum Haftası, Süleyman Hayri Bolay'ın teklifi ile Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1989 yılında başlatılan, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da desteklenerek sadece Türkiye'de resmiyet kazandırılarak her yıl farklı gündem ile Hz.Muhammed'in(s.a.v) anlatılmasının amaçlandığı ve doğum gününün miladi takvime göre 20 Nisan kabul edilerek kutlandığı ifade edilen bir etkinlik haftasıdır. Etkinlik son yıllarda 14-20 Nisan tarihleri arasında yapılmaktadir.
Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri 1989′da hicri takvime (Hicret olayı ile başlayan ay takvimine) göre, Mevlit Kandili’nin peşi sıra düzenlendi. Ancak 1994 yılından itibaren, diğer dini günlerin aksine miladi takvime (İsa'nın doğumunu başlangıç kabul eden güneş takvimi) göre kutlanmaya başlandı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı ile birlikte devlet kurumlarının yayınlanan genelgeler ile katılımı arttırılarak ülke çapında daha geniş çaplı organizasyonlar düzenlenmeye başlandı.[1][2]
Ortaya çıkışı ve günümüze kadarki süreç
Mümtaz'er Türköne,Türkiye Diyanet Vakfı'nda Yayın Kurulu üyesi olarak görev yapmaya başladığı dönemde, kurul başkanı Profesör Süleyman Hayri Bolay, Ayvaz Gökdemir ve kendisinin bulunduğu 6 kişilik bir kurulun aldığı karar ile ortaya çıkan bir proje çalışması olarak açıklamıştır.[7]
Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti bu projeyi kabul etti. Diyanet işleri başkanlığı tarafından da desteklen bu proje hicri takvime göre kutlanan Mevlid kandili'nin içinde bulunduğu haftanın Kutlu Doğum Haftası olarak ilan edilmesi ile yaşama geçti. İlk yıl sadece Ankara'da ve sadece İlahiyat Fakültesi bulunan illerde kutlanan etkinlik daha sonra diğer illerde düzenlenen panel ve konferanslar ile genişletildi.[8] Bu haftanın farklı etkinlikler ile gelişmesinde Nur Cemaati büyük rol oynadı.
1994 yılından itibaren de, Hicri Takvime göre 11/12 Rebiülevvel 1415 (18/19 Ağustos 1994)[9] kutlanması gereken hafta gerekçe gösterilmeden (Hicri Takvim'in 10/11 gün kısa olması dolayısıyla o yıllarda yaza doğru yaklaşan Mevlid Kandili Türköne'nin yazısında açıkladığı üzere o dönemde kış aylarına gelmesi söz konusu değildir) Mahmut Paşa el-Felekî'nin hesaplaması doğru kabul edilerek miladi takvime göre 20-26 Nisan tarihine sabitlendiği açıklanmıştır.[7] Bu yıldan itibaren hafta içerisinde sempozyum düzenlenmeye başlamıştır. Kutlama Haftası'nın bu tarihe sabitlenmesi ile Muhammed'in doğum günü yılda iki defa kutlanmaya başlamıştır.
1995 yılından itibaren yine Türkiye Diyanet Vakfı aracılığı ile Muhammed'e yazılan naatlarda gül ile özdeşleştirilmesinden esinlenilerek "Bir Dal Gül Ver" kampanyası başlatılmıştır. 1996 yılında "Kutlu Doğum Aşı" adı altında da Diyanet Vakfı, hazırladığı 3500 kişilik etli pilav ve ayranı, Kocatepe Camii avlusunda ilk kez teşrif edenlere ikram etmiştir.
Miladi takvime göre 20-27 Nisan olarak sabitlenen bu etkinlik Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması ile Türk Milletinin egemenliğini eline aldığı tarih olan 23 Nisan 1920 tarihi esas alınarak 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak ulusal çapta kutlanan bayram ile çakışması halktan ve sivil toplum kuruluşlarından alternatif bir kutlama olarak halkın arasına sokulmak istenen bir çeşit fitne olduğu tepkisi ile karşılaşmıştır.
Çocukları ve ailelerini bu bayram ile kutlama haftası çerçevesinde düzenlenen Kuran okuma yarışmaları gibi etkinlikler arasında seçim yapmaya zorlayan düzenlemeler karşısında Genelkurmay Başkanlığı da bir basın açıklaması yaparak gelişmelere kayıtsız kalmamıştır. Açıklamasında bazı örnekler vererek çalışmaların alternatif bir tören olarak görüldüğü ve bölücülük çalışmalarıyla benzerliklerinin altını çizmiştir.
Ayrıca etkinliğin son gününün Fethullah Gülen'in doğum tarihi (27 Nisan 1941) ile çakışması kutlamanın bu kişiye atfen yapıldığı konusunda ayrı bir tepki doğurmuştur.[10][11]
Gelen tepkiler üzerine 2008 yılından itibaren etkinlik tarihi bir hafta öne alınarak değiştirilmiş ve 14-20 Nisan tarihleri arasında düzenlenmeye başlamıştır.[12]
AKP döneminde bu kutlamaların resmi bir törene dönüştürülmesi, siyasi parti liderlerinin öne çıkması dikkat çekmeye başlamış, din ve siyasetin bir araya geldiği bir hafta olarak ön plana çıkmaya başlamıştır. Bunun en önemli örneği ise Resmi Gazete’nin 13 Şubat 2010 tarihli sayısında yayımlanan bir genelgede görülebilmektedir. Bu genelgede Kutlu Doğum Haftası’nın kutlanmasına ilişkin usul ve esaslar tek tek sıralanmıştır. 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgesiyle okullarda Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri düzenlenmiştir.
2013 yılında yapılan kutlamalar da mecliste bulunan parti liderlerinin katıldığı açılış töreni, dini içerikli sözler ile birbirlerine gönderdiği siyasi mesajlara sahne olmuştur.[13] Dİyanet İşleri Başkanı'nın Diyarbakır Belediye başkanı ile verdiği pozlar dinin ve diyanet işlerinin bazı çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı tepkisi almıştır.[14]
https://tr.wikipedia.org/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
A.OKTAR İSRAİL İLİŞKİLERİ
A.OKTAR İSRAİL İLİŞKİLERİ https://www.videoindirelim.com/islam-birligi-adnan-oktar-israil-ile-olan-iliskileri--1528504.html
-
İskender Evrenesoğlu Kimdir? Tasavvuf diye, diye sonunda kendisinin ‘Mehdi ve Rasul’ olduğunu ilan etti. Allah’ın kendisine ‘Risalet Nur...
-
Şii ressam'ın yıllarca Hz.Ali'nin resmidir diye yutturduğu ve çizdiği resmin kendi resmi olduğunu biliyor muydunuz? Şimdi anladınız ...