22 Kasım 2018 Perşembe

ALİ İMRAN SURESİ 7.AYET


AÇIKLAMA

Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu âyet-i kerime ilm'el yakîn sahibi olan dîn adamlarından bahsetmektedir.

Kur'ân-ı Kerim muhkem ve müteşabih âyetlerden oluşur. Muhkem âyetler, mânâsı ve kelime yapısı itibariyle birbirine uygun düşen, normal bir mantıkla çözümüne ulaşılabilecek âyetlerdir. Mânâsı kesin, katileşmiş ayrıca özel bir şekilde izah gerektirmeyen âyetler muhkemdir. Muhkem, müstahkem, hüküm, hakim kelimeleri aynı kökten gelirler.

"Allah sana Kur'ân'ı indirdi" bir muhkem âyettir. Kur'ân'ın Allahû Tealâ tarafından Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e indirildiğini göstermektedir. Hiçbir açıklama isteyen kesimi yoktur.

Müteşabih âyetler ise mutlaka izaha muhtaç, mutlaka mânânın derinine girerek ruhundan hareketle sonuca ulaştırılacak olan âyetlerdir. Kişi hiçbir zaman kendi kendine yorum getiremez. Müteşabih âyetler, Allah'ın kendilerine verdiği ilimle onların mânâsını açabileceklerden yardım alınarak açıklanabilir. Onlar da kendileri o âyetlerin mânâsına varmamışlardır. Onlara da Allah öğretmiştir.

Sözün ahsen olanı, Allah'ın bütün emir ve yasaklarına tam olarak uyandır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) irade kendisindeyken Allah'ın bütün emirlerini %100 yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özelliğin sahibiydi. Elbette iradesi Allah'a teslim edildikten, tasarruf altına alındıktan sonra daha üst seviyede standartların sahibi oldu. Öyle ki onun bütün sözleri Allah'ın söylettikleriydi. Bütün yaptıkları Allah'ın yaptırdıklarıydı.

"Onların ellerinin üzerinde senin elin yoktu, Allah'ın eli vardı." bir müteşabih âyettir. Yani Allah'ın eli vardır da elini Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in elinin üstüne mi koymuştur? Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tecelli eden Allahû Tealâ onun eline de tecelli ediyordu. İnsan toka ettiği zaman, iki el de birbirinin üzerinde değildir. Aynı hizada dururlar. Oysa öpülen el, öpen elin üzerindedir ki öpme fiili gerçekleştirilebilsin. Olay bir mantık silsilesi içindedir. Ancak Allah bu izahı yaptıktan sonra mânâsına ulaşılabilir.

Kalplerinde zeyg (kötülük, eğrilik) olanlar, insanların arasına fesat, fitne sokmak; Allah'ın dostlarını yerle bir etmek için müteşabih âyetleri kullanırlar. Bunlar şeytanın esiri olan zavallılardır. Onların müteşabih âyetleri mânâlandıracak kadar ilimleri hiçbir zaman olmayacaktır. Çünkü hepsinin kalp gözleri, kalp kulakları kapalıdır. Müteşabih âyetleri idrak edebilenler kalp gözleri, kalp kulakları açık olan ulûl'elbablardır: 

19 Kasım 2018 Pazartesi

BAYRAKTAR BAYRAKLI HURAFELERLE DOLU TEFSİR YAZMAK İÇİN 7 YIL UĞRAŞMIŞ.









BAYRAKTAR BAYRAKLI HURAFELERLE DOLU TEFSİR YAZMAK İÇİN 7 YIL UĞRAŞMIŞ.


BAYRAKTAR BAYRAKLI'NIN HURAFE TEFSİRİ


Adam 7 yıl çalışmış ve hurafesiz(!) bir tefsir yazmış. Yazdığı tefsirin hurafesiz olduğunun delili ise hiçbir kaynaktan istifade etmemesi, tamamen kendi yorumlamasıymış!

Peki, senin başlı başına içinde bulunmuş olduğun hurafelerini nereye koyacağız?

Tefsirin güvenilirliğini test etmek için belli başlı ayetlere bakmak yeterli oluyor zaten. Bu nedenle sizlere bir takipçimizin çalışmasıyla bu huraf
e eser(!)den bir kaç hususu arz edeceğiz.

Daha birinci ciltte “İnançlar arasında müşterek noktalar” diye başlayan Bayraklı’nın bu başlığını “biraz düşünün” bir yerlerden hatırlayacaksınız.

Hayrettin Karaman’ın “Polemik değil, diyalog” adlı kitabından mı yoksa Zaman yazarı “Ahmed Şahin”in konuşmalarında mı görmüştük bu ifadeleri. Süleyman Ateş’i hiç katmadık çünkü o müşterek felan aramıyor direk dolduruyor cennete!

Evet, biz bu ifadeleri ve yorumlamaları diyalogcuların fikir babalarından duymuştuk… Ve bu konuda reddiyeler yaptığımız için artık sözü çok fazla uzatma ihtiyacı görmüyoruz.

Daha ilk ayetlerden tefsir adı verilen ifsat çalışmasının nasıl hurafelerle dolduğu aşikar…

Bayraklı’nın her sayfası hurafelerle dolu diyebileceğimiz çalışmasının şefaat kısmında “var mı, yok mu, insan mı melek mi, dünyada mı ahirette mi” gibi bir çok çelişkiye düşerken konuyu şöyle kapatıyor:

Bayraktar diyor ki: Peygamberin gelmiş geçmiş günahları affolunduğu halde şefaat edeceğine dair bir delil yok! Bu inancımız doğrudur ama delilimiz yok!

Öncelikle delilin olmadığı bir hususta kendini nasıl doğru görebilirsin ki? Burada zaten başlı başına bir sapıklık içinde olduğu anlaşılıyor. Yani bir konuda delil yoksa “bizim inancımızla” o şey meşru mu oluyor? Hayır…

Ama konu bu değil, konu Bayraktar’ın bu konuda bir delil bulamaması! Kur’an-ı Kerim’i 7 yıl uğraşmış ve tefsir etmiş ama şu ayetleri görememiş maalesef: “Resul size neyi verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının, Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr 7)

“Kim Resul’e itaat ederse gerçekte Allah’a itaat etmiş olur…” (Nisa 80)

Allahu Teala defalarca “gidin Resulüme müracaat edin, O neyi verirse alın, itaat edin, O’na itaat bana itaat, O’na isyan bana isyandır” diyor , bizim müfessir(!) de Kur’an-ı Kerimde bulamadığına dert yanıyor. Halbuki Kur’an-ı Kerimi Peygamberimiz tefsir eder. O’nun hayatı ve sünneti, ayetler hakkındaki ifadeleri gerçek bir tefsir kaynağıdır bizim için. Ama Bayraklı “tam bir hurafe” yazacağı için hiçbir şeyden istifade etmemiş maalesef.


 TEVESSÜL GİZLİ ŞİRKMİŞ!


Yukarıda değindiğimiz üzere hurafeler doldurmak için onca kapak ve kağıdı zayi eden Bayraklı’nın “tarikat ve tevessül” hakkında da böyle düşünmesi normal. Çünkü Kuran ve sünnet ışığında düşünmüyorlar, sadece düşünüyorlar… Başı açık namaz kılmak günah değildir diyen adamdan daha neyi bekleyeceksiniz ki?

Son olarak şunu söylemek gerekir, eli kalem tutan herkes bir tefsir yazabilir mi? Elbette yazamaz. Hele günümüzdeki bu laptop alimleri hiç yazamaz. Tefsir ilminin bir çok şartları vardır. Eski müfessirlere baktığımızda bu şartları fazlasıyla taşıdığını görmekteyiz.


www.ihvanlar.net

Hadis ve sünnet karşıtlarının iddialarına cevap verebilir misiniz?


Hadis ve sünnet karşıtlarının iddialarına cevap verebilir misiniz?

1. Oysa Buhari gibi birçok ünlü hadis bilgini mana ile rivayeti meşru görmüşlerdi. Bu ise, hadisin gerçek anlamını anlamayan ravilerin ve yorumların peygamberin anlayışına ciddi tahribat yapabilmesine kapıları açmak demekti. Ayrıca hadis metodolojisindeki tartışmalarda cerh-tadil gibi konularda otoritelerin uzlaşamaması; bir alimi
n “en güvenilir” gördüğü kişinin, diğer bir alimce “insanların en güvenilmezi” kabul edilmesi de bir çok mevzu hadisin ayıklanamadığının en çarpıcı göstergelerinden biridir.

2. Söz konusu hadisler nakledildiğinde, Peygamberimiz’den sonraki halkadan sonrakinden sonraki bile vefat etmişti. Yani hadisçilerin hadis nakil eden şahısların doğru sözlü olup olmadıklarını tetkik edecekleri şahıslar ölüydü. Bu yüzden mantıksız bir şekilde, tüm sahabeyi doğru sözlü bile kabul etseniz, sahabeden sonraki nesillerin önemli bir kısmının da doğru sözlü olup olmadığı anlaşılamaz. Yaşayan kimselerin dahi doğru sözlü olup olmadıklarını kısa görüşmelerle anlamanın ne kadar zor olduğunu hepimiz biliriz.

3. Hadis kitaplarının yazıldığı yıllarda Müslümanlar çok geniş bir coğrafyaya dağılmış bulunuyorlardı. Hadis nakil zincirlerinin yaşayan halkalarının tamamına deve üstünde ulaşmak mümkün olmadığı gibi ulaşılanların doğru sözlü olduğunun anlaşılması da mümkün değildir. Kısa bir ziyaretle bir insanın doğru sözlü olup olmadığı nasıl anlaşılacaktır? Görüldüğü gibi mezhepçi yaklaşımın hadis imamı adeta bir süpermendir. Öyle bir süpermendir ki; yüzbinlerce hadisi hem de nakledenleriyle ezbere bilir. 
Bunlar arasından en doğruyu bizim için bulur. Hadis zincirinde hiç görmediği, kendileri daha doğduğunda ölmüş olanlar vardır, ama olsun, hadis imamı onlardan da kimin yalancı kimin doğru sözlü olduğunu belirleyebilir. Emrinde helikopteri olan bir kişinin bile ziyaret etmekle bitiremeyeceği kişileri, aynı hadis imamı, deve üstünde ziyaret eder. Üstelik bir ziyaretle doğru sözlüyü yalancıdan ayırt eder.

CEVAP:

- Bil-mana hadis rivayetine cevaz verilmesi, iddia edildiği gibi bir tahribata sebebiyet vermemiştir. Zaten hadis bil-mananın caiz olduğunu söyleyenler dahil hiçbir hadis alimi, bu ruhsatı çalışmalarında esas almamış, bunun sadece caiz olduğunu söylemiş, asıl olan hadisin lafızlarını olduğu gibi aktarmak olduğunu bildirmişlerdir.

- İddia edildiği gibi, sahih kabul edilen hadis kaynaklarındaki ravilerin hiçbiri ne dediğini bilmez adamlar değil, devrinin büyük alimleriydi. Kaldı ki, muhaddislerin önemli bir kısmı, hadislerin metnini nakletmekle uğraşmış ve bunu bir vazife olarak telakki etmiştir. Onların yorumlarını daha çok fakihler, müfessirler, usuluddin alimleri yapmıştır.

Bununla beraber en büyük muhaddisler (İmam Malik, İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Buhari gibi şahıslar) aynı zamanda büyük fakihlerdir. Keza, sünnetin en büyük savunucusu olan İmam Şafii aynı zamanda en büyük fıkıh imamlarından biridir. Yine büyük müfessirlerin önemli bir kısmı aynı zamanda birer muhaddistir. Taberi, Zemahşeri, Beğavi, Razi, Beyzavi, İbn Kesir bunlardan birkaçıdır.

- İddia sahipleri, hadis bil-manadan dolayı İslam’a zarar vermiş bir tek rivayeti örnek verebilirler mi?

- Bir hadisin sahih olup olmadığının kriterleri arasında yer alan ravilerin sağlamlığı konusu, çok sağlam bir elemeye tabi tutulmuştur. Bazen bilerek yalan söylemediğine, hatta bir evliya olduğuna inandıkları halde, zabt/güçlü hafıza şartını taşımadığı için zayıf kabul ettikleri raviler vardır.

Hatta ilk zamanlarında rivayet konusunda çok sağlam bir kimse kabul edildiği halde, yaşının ilerlemesine paralel olarak hafızasının zayıflaması sebebiyle, ilk zamanlarda rivayetleri kabul edildiği halde, son zamanlarında yaptığı rivayetleri kabul edilmeyen raviler de vardır. İslam’da teklif-i ma layutak yoktur. Bu titiz çalışmadan daha titiz bir çalışma düşünüle bilir mi?

- Ravilerin çok önceden öldüğü, dolayısıyla onların hayat hikayelerinin hayali olduğunu ima eden iddialar tamamen mesnetsiz, gayriciddi ve gayriilmidir. Çünkü, insanların gücü dahilinde olan bu bilgiler o kadar titiz yapılmıştır ki, kimin hangi asırda değil, hangi yılda hatta -bazen- hangi ayın hangi gününde öldüğüne dair bilgilere bile yer verilmiştir.

Bu tespitler yapılırken, tamamen konuyu bizzat müşahede eden kimselerin şahitliğine başvurulmuştur. İlk eserlerde bu kural vardır.

Daha sonraki eserlerde senetler kısaldığı veya kullanılmadığı için bir kopukluk zannedilebilir. Halbuki, bir kimsenin hayatının bir noktasını bile değerlendirirken netice itibariyle bizzat onun bu halini gören birinin olması gerekir. Aksi takdirde buna ilim denilmez. İslam literatüründe en büyük bir makama sahip olan hadis literatürü böyle bir çirkinlikten elbette uzaktır.

- Soruda yer alan “bazı kimseler, bazıları tarafından sağlam bazıları tarafından zayıf kabul edildiği” bilgisi doğrudur. Bu çok fazla olmamakla beraber, insanlığın farklılık arzeden yapısı dahilinde olan bir husustur. Birisi, bir kusurunu görmüş veya duymuş ona öyle bakmış, diğer onun güzel tarafını görmüş veya duymuş ona böle bakmıştır. Fakat burada da bir keyfilik yoktur.

Nitekim, İmam Subkî’ye göre, bir kimsenin büyük bir imam, âdil bir kimse olduğu, onu tezkiye edip övenlerin sayısı çok olduğu takdirde, bu gibi kimseler hakkında çok ender olarak bazı kimselerin olumsuz konuşanların (cerh edenlerin) sözlerine itibar edilmez. Özellikle söz konusu kişi hakkında yapılan tenkitlerin sebebi, mezhep taassubu ve benzeri garazların olduğunu gösteren emareler varsa, bunların bu eleştirmelerine itibar edilmez. (bk. Subki, Kaide fi’l-Cerhi ve’t-Tadil, 1/19)

- Hadislerin tedvini ikinci asrın başında olmuştur. Fakat şifahi olarak hadis ilmi dört halife devrinden beri var olmuş ve o dönemden itibaren gittikçe gelişerek devam etmiştir. (bk. Suyutî, Tedribu’r-Ravi,1/ 3-4)

Hz. Peygamber (asm)'in hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermediği bilinmekle birlikte, onun hadisleri yazmayı kesinlikle yasakladığını söylemek de mümkün değildir. Nitekim Abdullah b. Amr b. Âs gibi okuma yazma bilen genç ve dikkatli sahâbîlerle (Müsned, II, 403; İbn Kuteybe, s. 365-366) hafızasının zayıflığından şikâyet edenlere (Tirmizî, "ilim", 12) hadisleri yazma konusunda izin vermiş, bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini isteyen Yemenli Ebû Şah gibi kimselerin isteklerini de reddetmemiştir (Buhârî, "Lukata", 7, "Diyar, 8).

Daha sonraki yıllarda ise âyetlerin çoğunun nazil olması, bunların yazımında gerekli titizliğin gösterilmesi, Kur'an hafızlarının çoğalması, Müslümanların ekseriyeti tarafından Kur'an üslûbunun kavranması ve artık kendi sözlerinin Kur'an'la karışması ihtimalinin veya hadisle meşgul olup Kur'an'ı ihmal etme endişesinin kalmaması üzerine hadisleri yazmak isteyenlere izin vermiştir. (Tirmizî, iİlim, 12; Dârimî, Mukaddime, 43)

Resûl-i Ekrem'den bu konuda izin alan sahâbîler duyup öğrendikleri hadisleri hem ezberlediler hem de yazdılar (Müsned, II, 403). "Sahîfe" adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahâbîler arasında, 1.000 civarında hadis ihtiva eden es-Sahîfetü's-sâdıka'nın sahibi Abdullah b. Amr b. Âs başta olmak üzere Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali b. Ebû Tâlib, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semüre b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah. Abdullah b. Ebû Evfâ ve Enes b. Mâlik bulunmaktadır.

Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebû Hüreyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih (es-Sahifetü's-sahîha) ilk defa Muhammed Hamîdullah tarafından yayımlanmıştır.

Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den oğlunun, ondan da torununun rivayet ettiği, "Müsnedü Büreyd" adıyla tanınan kırk hadislik cüz de burada zikredilmelidir. (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 541, vr. 136a- i 74b)

Kur'an'ın ihmal edileceği düşüncesiyle başlangıçta hadislerin yazılmasına karşı olan sahâbîler arasında Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Mûsâ el-Eş'ari, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî ve Abdullah b. Ömer de bulunmaktadır. Fakat onların hemen hepsi sonradan dikkatsiz ve samimiyetsiz râvileri görünce, bu kanaatlerinden vazgeçerek hadislerin yazılmasını tavsiye etmiş, talebelerine hadis yazdırmış, hatta kendileri de hadislerin yazılı olduğu metinler edinmişlerdir.

Böylece hadisler, onları rivayet etmeyi ibadet sayan gayretli kişilerin himmetleri sayesinde kaybolmaktan kurtulmuştur. Bir tesbite göre hicretin I. asrında tabiînden olan talebelerine hadis yazdıran sahâbîlerin sayısı elliyi bulmuştur. (M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-58)

- Ravileri eleştirme geleneği sahabeden beri vardır. Abdullah b. Abbas, Ubade b. Samit, Enes b. Malik, Hz. Aişe bunlardandır. Tabiinlerden Şa’bi, İbnu’l-Müseyyeb, İbn Sirin ve benzerleri de bu konuda söz söyleyenlerdendir(bk. Subki, a.y.).

- Ravilerin bazılarını eleştiren sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin alimlerinden hiçbiri -bu eleştirilerine rağmen- hadis ilmini ke en lemyekun saymamış/toptan inkâr etmemiştir. Bunların hepsi hadis ilmini, sünnetin bir tezahürü olarak kabul etmiş ve sünneti de teşriin ikinci kaynağı olduğunda ittifak etmişlerdir.

- Hadis alimlerinin binlerce hadisleri ezberlediklerine dair alaylı bir dil kullananlar, dolaylı olarak onları yalancılıkla suçluyorlar. Bu ise İslam alimlerinin aklıyla, takvasıyla alay etmek manasına gelir ki, bu iddia sahipleri -en hafif bir ifadeyle- bu açıdan ciddi bir vebal altındır.

- Bu kendini bilmez cahillerin dediği doğruysa, başta dört mezhep imamını, Buhari ve Müslim başta olmak üzere büyük hadis alimlerinin hepsini yalancı kabul etmek gerekir ki, bu iman şuuruyla bağdaşmayan bir hezeyan-ı humkidir.

Bütün hayatlarını bu konuya vakfeden ve takvalarıyla insanlığın yıldızları olduğu kabul edilen bu zatların ilim, feraset, anlayış ve ezber kabiliyetlerini inkâr edenler onları kendileriyle kıyaslıyorlar.

- Şunu da belirtelim ki, hadisleri inkâr etmek için olumsuz iddiaları sıralamak çok kolaydır. Bir söz var: “Bir deli göle bir taş atar, bin akıllı onu oradan çıkaramaz.” Bu sebeple yüzlerce kaynakta yer alan bilgileri burada seslendirmek imkânımız yoktur. Onun için konuyu şu hadis-i şerifi hatırlatarak noktalayacağız:

“Sakın herhangi birinizi, koltuğuna kurulmuş bir halde, kendisine emir veya nehiy ettiğim işlerden bir şey geldiğinde ‘Biz, onu (bunu) bilmeyiz; Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız.’ derken görmüş olmayayım.” (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizi, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime, 2)

- Diğer bir rivayette az bir farkla -meal olarak- şu ifadelere yer verilmiştir:

“Dikkat edini ki, yakında adamın biri koltuğuna kurulmuş bir halde, kendisine emir veya nehiy ettiğim işlerden bir şey geldiğinde ‘Bizimle sizin aranızda (yalnız) Allah’ın kitabı vardır, onda bulduğumuz helal şeyleri helal; haram şeyleri de haram kabul ederiz.’ diyecektir. Oysa şu bir gerçektir ki, Allah haram hükmünü koyduğu gibi, Resulullah da haram hükmünü koyar.” (Tirmizi, a.g.y)

- Tirmizi, bu iki hadis rivayeti için de “hasen” demiştir. (Tirmizi, a.g.y)

- İslam alimleri bu hadis rivayetini, hadisi inkâr eden kimseler için ciddi bir uyarı olduğu gibi, Hz. Peygamber (asm)'in “ihbar-ı gaybi neviden” zamanla doğruluğu tasdik edilmiş bir mucize olarak değerlendirmişlerdir.

Bunun canlı bir misali de şudur: Hint kıtasının Fincap (Pakistan/Sincap) bölgesinde bir adam ortaya çıkmış ve sahih-zayıf demeden bütün hadisleri inkâr etmiş, Allah’ın kitabı olan Kur’an’ın yeterli olduğunu savunmuştur. “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir.” mealindeki ayeti, hadisleri inkâr davasına delil olarak göstermiştir. Bu adamı birçok cahil kimseler kabullenmiş ve kendilerine önder almıştır. Ancak netice itibariyle bu adam çağdaşları olan o günkü alimler tarafından tekfir edilmiştir. (bk. Tuhfetu’l-Ahvezi,7/354-355; Avnu’l-Mabud, 12/233)

- İbn Teymiye’nin şu sözlerini de bu iddia sahiplerine ithaf etmekte fayda mülahaza ediyoruz:

“Bazı alimlere göre, -Ömer b. Abdulaziz, Hasan-ı Besri, Süfya Sevri, Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmed (b. Hanbel), Fudayl b. Iyad, Ebu Süleyman ed-Darani, Maruf-u Kerhi ve Abdullah b. Mübarek gibi- iman ve takvasıyla insanlar arasında meşhur olmuş ve ittifakla bütün Müslümanların övgüsüne mazhar olmuş kimselerin cennetlik olduğunu söyleyebiliriz.” (bk. İbn Teymiye, Mecmuu’l-Fetavî, 11/518)

Ömer b. Abdulaziz ilk defa hadislerin tedvin edilmesini emreden halifedir. Diğerlerinin hepsinin az-çok hadis ilmiyle yakın ilgileri vardır. Eğer iddiacıların, hadisi inkâr edenlerin bu iddiaları doğru olsaydı, bu konuda en sert mizaca sahip olan İbn Teymiye’nin bile bu şahitliğini görebilir miydik?

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hadislerin birçok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim?..

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


https://sorularlaislamiyet.com/hadis-ve-sunnet-karsitlarinin-iddialarina-cevap-verebilir-misiniz

Hadislerin birçok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim ve neden hadis inkarcılığı yapmayalım?


Hadislerin birçok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim ve neden hadis inkarcılığı yapmayalım?
- Hadislerin bir sürü raviden geçtiğini, sahih hadislerin ravilerine her zaman güvenmemiz gerektiği?(bu işaret bilinçli konulmuştur.) ravilerin belli sayıda muhaddisin gözleminden geçtiğini, bu gözlemlerin de ne kadar gerçekçi sonuç verebileceğini (40.000 civarında hadis muhtemele
n yüz binlerce ravi demek, bunların güvenilirliğini araştıran imamların sayısı da herhalde birkaç bini aşmaz; bahsettiğim imamlar hadisleri toplayan imamlardır. Birkaç bin imam yüz binlerce ravinin hayatlarında neler yaptıklarını nasıl bilebilir? Ki bu sika ravidir diyebilsinler. Hem imamların güvenilirliğinden nasıl eminiz?) ve bazı hadis kitaplarının asıl nüshalarının bile olmamasını göz önünde bulundurursak, neden hadis inkarcılığı yapmayalım?

CEVAP:

Cevap 1:

- İnsanlık tarihinin hiçbir devrinde, hadisler için kullanılan “ananeli/senetli” haber sistemi kullanılmamıştır. Bu sistemdeki haberlere inanmayanın başka hiçbir tarih bilgisine inanmaması gerekir. 

- Bu senet zinciri içerisinde yer alan ravilerin kısa hayatları, doğumları, ölümleri, kimden hadis rivayet ettikleri, otorite kabul edilen alimlerin haklarındaki kanaatlerini yazan önemli RİCAL kaynakları vardır. Bu kaynaklar şu anda basılmış ve ortadadır. Böyle özel bir gayretle sırf hadislerin sıhhat veya zaaf yönlerini ortaya koymak için gecesini gündüzüne katan takva sahibi büyük İslam alimlerinin bu çalışmalarına güvenmeyen kimse, başka hangi ilim kaynağına inanabilir ki?

- Her bir ravi sadece bir hadis rivayet etmemiş ki, ravilerin sayısının çokluğundan şikâyet edilsin ve bunların hayatlarının tespitinin zorluğundan söz edilsin... Bir tek ravi bazen onlarca hadisin senedinde yer almaktadır. Örneğin; Hz. Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Hz. İbn Mesud, Hz. İbn Ömer, Hz. İbn Amr b. As, Hz. Enes, Hz. İbn Abbas gibi sahabelerden yüzlerce, binlerce hadis rivayet edildiği gibi, tabiin ve tebe-i tabiinden de yüzlerce hadis rivayet eden alimler vardır.

- Her asırda belli bazı kimseler çok büyük alim, çok dürüst, yalana asla tenezzül etmeyen, Allah’tan çok korkan kişiler olarak tanınırlar. Ve toplumun bu kabulü yüzde yüze yakın bir oranda isabetli olur. Mesela: Dört Mezhep imamları, Abdulkadir Geylanî, Şah-ı Nakşibend gibi zatlar hem kendi asırlarında hem de daha sonraki asırlarda çok büyük, salih, takvalı kimseler olarak bilinmiş ve bu kanaati yanlış çıkaran hiçbir vukuatları da olmamıştır. Keza, İmam Gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman Said Nursi ve benzeri büyük insanların, bilerek Hz. Peygamber (asm)'e iftira edebileceklerine ihtimal vermek aklıselimin kabul etmeyeceği bir husustur. 

- Acaba, hayatlarının şahadetiyle Allah’tan çok korkan, çok ibadet eden, bunun yanında Hz. Peygamber (asm)'in sözlerinin sarrafı olmuş hadis âlimlerinin, bilerek Allah Elçisine iftira etmeleri veya kötü olduklarını bildikleri halde bazı ravilere torpil geçmeleri, iyi olduklarını söylemeleri mümkün mü?

- Hadis kaynaklarında en meşhur olan hadislerin başında,

“Kim bilerek bana yalandan bir söz isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”

manasındaki hadis-i şerif gelir. Acaba bu hadisi her an karşılarında bulan takva sahibi alimlerin, bilerek buna aykırı davranmaları mümkün mü?

- Kur’an’da Hz. Peygamber (asm)'e Kur’an’ın metnini tebliğ etme görevi yanında onun manasını açıklama görevi de belirtilmiştir.

“Resulüm! Sana bu Zikri/Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl, 16/44),

“Resulüm! Sana bu kitabı indirmemiz, sırf onların, hakkında ihtilaf ettikleri gerçekleri açıklaman ve sırf iman edecek kimselere hidayet ve rahmet olması içindir.” (Nahl, 16/64)

mealindeki ayetlerde bu husus açıkça vurgulanmıştır. 

Buna göre, Hz. peygamber (asm)'in Kur’an’ı tebliğ görevi yanında -ilgili ayetleri açıkça zikrederek veya zikretmeyip gereken hususları- açıklamak gibi zorunlu bir tebyin/açıklama görevi de vardır. 

İşte Hz. Peygamberin ister fiili, ister kavli, ister takriri olsun yaptığı açıklamalar sünnet literatürünü; sünnet ise hadis literatürünü meydana getirmiştir. Bu literatürde yer alan kişilerin muteber olup olmadıkları için hayatları didik didik edilmiştir. Ravinin hıfzında veya adaletinde en ufak bir leke gördükleri takdirde ilmi şöhretine aldırmadan cerh etmişlerdir. 

- Ümmetin en akıllı, en zeki, en bilgili, en takvalı, en ibadetçi, en dürüst olmakla şöhret bulmuş binlerce İslam aliminin kabul ettiği bir hakikati kabul etmemenin izah edilecek hiçbir tarafı yoktur. Nefsimizin evhamlarına saplanıp güneş gibi ortada olan sahih hadislerin varlığını inkâr etmek yerden göğe kadar bir haksızlıktır. 

- Şunu unutmayalım ki, bilerek Hz. Peygamber (asm)'in söylemediği bir sözü ona isnat etmek ne kadar çirkin ise, onun söylediği bir sözü de -doğru bulmayarak- onu inkâr etmek de o kadar çirkindir.

Cevap 2:

Hadislerin tesbiti ve korunması Hz. Peygamber (asm) zamanında başlamış, hem ezberlenerek hem yazılarak hem de hayata geçirilerek ve uygulanarak muhafaza edilmiştir:

Hadis, Hz. Peygamber (asm)'in sözlerini, fiillerini ve tasviplerini ifade eden bir terimdir. Aynı zamanda hadisleri tesbit, nakil ve anlamaya yönelik bir ilim dalıdır. 

Etimoloji ve Kapsam

Kendi sözleri hakkında hadis kelimesini ilk defa Resûl-i Ekrem'in kullandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ebû Hüreyre'nin, kıyamet gününde kendisinin şefaatine ilk önce kimin nail olacağını sorması üzerine Resûlullah.

"Ey Ebû Hüreyre! Hadise olan merakını bildiğim için bu hadis hakkında ilk soruyu senin soracağını tahmin ediyordum." demiştir. (Buharı, "İlim", 33; "Rikâk", 51)

Kadın sahâbîlerin, Hz. Peygamber (asm)'den,

"Senin sözünden (bihadîsike) sadece erkekler faydalanıyor." (Buhârî, "İtisâm", 9)

diyerek, kendileriyle sohbet etmek üzere bir gün ayırmasını isterken hadis kelimesini kullanmalarını tasvip etmiş, sahabe devrinde ve daha sonraki dönemlerde bu kelime, Resûl-i Ekrem'in sözleriyle onun fiillerini ve tasviplerini bildiren haberler anlamında kullanılmıştır.

Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resûlullah (asm)'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis âlimleri arasında daha fazla kabul görmüştür. 

Hadisin Önemi

Hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, böylece onlar için hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîmin kendisine indirildiği (Nahl, 16/44, 64) bir peygamberin sözü olarak, üstün bir değer ifade ettiği gibi, Kur'an'ı herkesten iyi anlayan ve âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah Resulü'nün görüşü olarak da büyük önem taşır. 

Hz. Peygamber (asm)'in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygulanışını gösterdiği ilâhî emirlerin başında namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler gelir. Namazların hangi vakitlerde, kaçar rek'at ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekâtın hangi mallardan, ne kadar verileceği, haccın nasıl yapılacağı gibi hususlar Kur'an'da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmıştır. İslâm hukukunun birçok meselesi hadislerde verilen bilgilerle çözüme kavuşturulmuştur. 

Ayrıca Kur'an'da birkaç türlü yorumlanabildiği için mânası kolayca anlaşılmayan (müşkil) âyetler, şirkin "zulüm" kelimesiyle tefsir edilmesinde olduğu gibi, geniş kapsamlı ifadeler ile daha dar anlamların kastedildiği âyetler de hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir.

Hadisler aynı zamanda Kur'an'da yer almayan birçok meseleye açıklık getirmiş, bu konulardaki uygulama şekillerini göstermiştir. Meselâ, bir kadının âdet halinde kılamadığı namazları kaza etmeyeceği, bir erkeğin hanımının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı dolayısıyla evlenilmesi haram olan kimselerle süt yakınlığı sebebiyle de evlenmenin haram olduğu gibi hususlar, ayrıca şuf’a hakkı ile ilgili hükümler, nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Hz. Peygamber (asm) tarafından halledilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de temas edilmekle beraber, hakkında fazla bilgi verilmeyen âhiret hayatıyla ilgili hususlar, kabir hayatı, yeniden dirilme, mahşer, hesap, mîzan, cennet ve cehennemdeki hayat gibi konular da hadisler sayesinde öğrenilebilmektedir. Ahlâkî faziletler, manevî ve ruhî gelişimi sağlayacak kurallar, düzenli bir aile hayatı için gerekli olan davranış biçimleri, insanlar arasında içtimaî ve ticarî münasebetleri düzenleyen hükümler, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler vb. konularda da hadislerde geniş bilgi bulunmaktadır.

Otuzdan fazla âyette Hz. Peygamber (asm)'e itaatin emredilmesi ve özellikle,

"Resulün size verdiğini alın, yasakladığından da sakının." (Haşr, 59/7)

şeklinde kesin bir talimatın bulunması, Kur'an'da açıkça zikredilmeyen hususlarda Resûl-i Ekrem'in ortaya koyduğu uygulamanın benimsenmesi gerektiğini göstermektedir. 

Allah ile Peygamber'in verdiği hükümlere Müslümanların aykırı davranma muhayyerliğinin bulunmadığını (Ahzâb, 33/36), aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Peygamber'i hakem tayin edip onun verdiği hükme gönül hoşnutluğu ile boyun eğmedikçe iman etmiş sayılmayacaklarını (Nisâ, 4/65), Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlarla Allah'ı çok zikredenler için Resûlullah'ın güzel bir örnek olduğunu (Ahzâb, 33/ 21) belirten âyetler, Hz. Peygamber (asm)'in söz ve fiillerinin Müslümanlar için vazgeçilmez bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır. 

“Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilmediğin şeyleri öğretti." (Nisâ, 4/113) ve

"Evlerinizde okunan Allah'ın âyetleriyle hikmeti hatırlayıp üzerinde düşünün." (Ahzâb, 33/34)

mealindeki âyetlerde Kur'an ile birlikte anılan hikmetin, özellikle Kur"an ile yan yana zikredildiği zaman Resûlullah (asm)'ın kavlî ve fiilî sünnetini belirttiği kabul edilmektedir. (Şâfiî, er-Risale, s. 78, 93, 103)

Allah'a imanı ve itaati emreden âyetlerde Resûlullah'a iman ve itaatin de şart koşulması âlimlerin bu kanaatini pekiştirmektedir. 

Bazı hadislerde yer alan. "Allah şöyle buyurdu" veya "Rabbim bana şöyle emretti" gibi ifadeler, Resûl-i Ekrem'in bazı hadislerinin vahiy mahsulü olduğunu göstermektedir. "Kudsî hadis" diye anılan bu nevi rivayetlerin, aynı hadis kitabının değişik bahislerinde tekrarlandığı veya bir başka hadis kitabında yer aldığı zaman onun kudsî hadis olduğunu gösteren, "Allah şöyle buyurdu" ifadesinin görülmemesi, kudsî hadislerin tesbit edilemeyecek kadar fazla olduğu kanaatini uyandırmaktadır. (İbn Hacer, Fethu'l-bârî, 1, 174) 

Kur'ân-ı Kerîm yanında hadislerin de vahiy ürünü olduğuna dair görüşün en azından Hassan b. Atıyye'ye (ö 130/748) kadar gittiği bilinmektedir. (Dârimî, "Mukaddime", 49)

İslâm âlimlerinin büyük bir kısmıyla birlikte aynı görüşü benimseyen İmam Şafiî Kur'an'ı vahy-i metlüv (okunan vahiy) saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i metlüv (okunmayan vahiy) denilmiştir. Ancak hadisler anlamla birlikte lafzın da Allah'a ait olmaması, hem lafzı hem manasıyla mûciz olmaması, bizzat Hz. Peygamber (asm)'in emriyle tamamının yazıya geçirilmemesi ve ibadet maksadıyla ezberlenip okunmaması bakımından Kur'an'dan ayrılmaktadır.

İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre hadislerin lafızları Peygamber (asm)'e, mâna ve mefhumu Allah'a aittir. Bu sebeple kutsî ve nebevi hadislere vahy-i gayr-i metlüv yanında "vahy-i hafi" de denilmiştir. Muhammed Hamîdullah'a göre Resûl-i Ekrem Allah'ın gönderdiği bir elçi olduğu için, her elçi gibi onun da göreviyle ilgili hususlarda kendisini gönderenin talimatına göre konuşması ve davranması gerekir. Nitekim,

"Elçinin size getirdiği şeyleri alın ve sizi menettiği şeylerden kaçının." (Haşr, 59/7)

mealindeki âyet de bunu kanıtlamaktadır. (İA, XI, 243)

Esasen İmam Şafiî de Allah'ın Peygamber'e iki türlü emri olduğunu belirterek bunların ilkini "vahiy" (Kur'an) ikincisini "risâlet" diye anarken aynı mantıkla hareket etmiş olmalıdır. (el-Ümm, V, 127)

Hadislerin mâna ve mefhumlarının vahiy kaynaklı olduğunu savunanlar bunların ya Cebrail vasıtasıyla bildirildiğini (Dârimî, "Mukaddime", 49; Şâtıbî, IV, 24) veya uykuda yahut uyanıkken ilham edildiğini söylerler. Cebrail'in zaman zaman insan şeklinde Hz. Peygamber (asm)'in yanına gelerek bazı ibadetlerin mahiyeti ve uygulama şekilleri konusunda açıklamalarda bulunması (Müsned, II, 325; IV, 129,161, Müslim, "Mesâcid", 166, 167), ayrıca yahudi âlimlerinin Resûl-i Ekrem'i denemek amacıyla sordukları veya soracakları soruların (Müsned, III, 108, 113), yahut bazı Müslümanların bilmedikleri hususlarda, ona yönelttikleri soruların (Buhârî, Fezâilü'l-Kur'ân, 2) cevaplarını öğretmesi hadis ve sünnetin vahiyle yakın ilgisini göstermektedir. 

Âlimler, Hz. Peygamber (asm)'in Allah'tan Kur'an vahyinden başka vahiy aldığına bazı âyetlerde de işaret edildiğini belirtirler. Meselâ Hz. Hafsa'ya bir sır veren Resûl-i Ekrem'in bunu kimseye söylememesini tenbih ettiği halde, Hafsa'nın o sırrı Âişe'ye söylemesi üzerine Allah'ın bu durumu Resulüne bildirmesi ve daha sonra bu olayın Kur'an'da anlatılması (Tahrîm, 66/3); 6. yılın Zilkade ayında (Mart 628) umre yapmak için Mekke'ye hareket etmeden önce Resûl-i Ekrem'in rüyasında Mekke'ye girip tavaf ettiğini görmesi ve bunu ashabına haber vermesi, fakat Hudeybiye'den öteye gidemeyip burada Mekkeliler'le bir antlaşma yapmak zorunda kalınca, bazı sahâbîlerin üzüntülerini Resûlullah'a bildirerek vaadinin gerçekleşmediğini hatırlatmaları üzerine Peygamber'in rüyasının doğruluğunu belirten âyetin nazil olması (Feth, 48/27) ve diğer bazı örnekler, Resûl-i Ekrem'e Kur'an vahyinin dışında da Allah tarafından bilgi ulaştırıldığını ortaya koymaktadır. 

Şu halde hadislerde Peygamber'in rolü, söyleyeceği bir şeyi kendi söz kalıplarına dökmek veya fiil ve davranışlarıyla sergilemekten ibarettir.

Buna karşılık Hanefî imamlarının vahiy tasnifine göre (Erdoğan, s. 77-78) hadislerin oluşmasında Resûlullah'ın re'y ve içtihadının da rolü vardır. Ancak onun sürekli vahyin kontrolünde bulunması, risâletiyle ilgili konularda nadiren vuku bulmuş olan hatalı görüş ve ictihadlarının vahiyle düzeltilmesi sebebiyle (Meselâ bk. Enfâl, 8/67; Tevbe, 9/43; Tahrîm; Abese, 80/1-10) bu nevi hadisler de bir tür vahiy sayılmıştır.

Resûl-i Ekrem'in "ismet" sıfatıyla da ilgili olan, ayrıca onun yüksek aklî ve zihnî melekesi (fetânet), geniş tecrübeleri sayesinde isabetli ictihadlarda bulunması gerektiği fikrinden kaynaklandığı anlaşılan bu son görüş dikkate alındığında, hadislerin vahiy mahsulü veya Peygamberin re'y ve ictihadları sayılması hususundaki görüş farklılıklarının, hadislerin değeri bakımından pratikte fazla önemi kalmamaktadır. Zira Resûl-i Ekrem'in geniş anlamda dini ilgilendiren söz, fiil ve takrirlerinin ilâhî otoritenin denetimi altında tutulup gerektiğinde tashih edilmesi, hadislerin genel olarak vahyin maksadına uygunluğunu ve hükümlerinin bağlayıcılığını kabul etmeyi gerekli kılmaktadır. 

Bütün bu hususlar, Hz. Peygamber (asm)'in hadis ve sünnetinin hukukî bakımdan taşıdığı değeri de göstermektedir.

Resûl-i Ekrem'in saygınlığına, verdiği hükümlerin önemine işaret eden âyetler onun sözlerinin, emir ve yasaklarının Kur'an'daki hükümlerden ayrı tutulamayacağını, bunların İslâmî hükümlerin bir parçası olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. (Şâtıbî, IV, 14-15)

Hz. Peygamber bu durumu, bana kitapla birlikte onun bir benzeri daha verildi" (Ebû Dâvûd, "Sünnet", 5) sözüyle ifade etmiştir. Muâz b. Cebel'in. Yemen'e vali olarak gönderileceği sırada orada nasıl hükmedeceğini soran Hz. Peygamber (asm)'e Kur'an'da bulamadığı konularda Resûlullah'ın sünnetine başvuracağını söylemesi ve bunun Resûl-i Ekrem tarafından memnuniyetle karşılanması, Hz. Ebû Bekir ile Ömer'in de hilâfetleri süresince Kur'an'da bulamadıkları konularda hadise müracaat etmeleri, sünnet ve hadisin Kur'an'dan sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğunu göstermektedir.

Bütün mezhep imamları, kanaatleri sahih bir hadise ters düştüğü takdirde şahsî görüşlerinden vazgeçerek o hadisi benimsediklerini söylemişlerdir. İmam Şafiî'nin,"Resûlullah'ın sözü yanında kimin başka bir hücceti bulunabilir." demesi ilk imamların hadise bakış açısını yansıtır.

Hadislerin Tesbiti

Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları (eyyam ü'l-Arab) ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Araplar'ın ezberleme yetenekleri çok gelişmişti. 

Bununla beraber İslâmiyet'in doğuşu sırasında önemli bir ticaret merkezi konumunda bulunan Mekke'de okuma yazma bilenlerin sayısı Medine'ye nisbetle daha çoktu. Bunlardan Müslüman olanlar, İslâmiyet'in ilk devirlerinde Hz. Peygamber'in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur'ân-i Kerim'i yazmakla meşgul olmuştu. 

Öte yandan kendi sözlerinin ilâhî kitapla karışması ihtimalini veya hadisleri yazmakla uğraşırken Kur' an'ın ihmal edilebileceğini göz önünde bulunduran Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet edilmesine izin vermiştir. (Müslim, "Zühd", 72) 

Esasen sahâbîler, Allah ile devamlı surette irtibatta bulunduğunu bildikleri Peygamber'e samimiyetle inanıp bağlandıkları için onun her buyruğunu ve hareketini büyük bir dikkatle takip ederek hafızalarına nakşediyorlardı. Yazılı kaynaklara önem veren çağdaş zihniyetin aksine o günün insanları fevkalâde bir hafıza gücüne sahipti. (Seyyid Hüseyin Nasr, s. 89) Sade ve tabii yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güçlü hafızaya sahip bulunanlar vardı. Hz. Peygamber (asm)'in bazı önemli sözlerini üçer defa tekrarlaması (Buhârî, '"ilim", 30) ve kelimeleri "sayılacak derecede" yavaş telaffuz etmesi (Buhârî, "Menâkıb", 23) sebebiyle dinleyiciler söylediklerini kolayca öğrenebiliyorlardı. 

Ziraat ve ticaret gibi işlerle meşgul olduklarından Resûl-i Ekrem'in yanında bulunamayan sahâbîler ilk fırsatta onun söylediği sözleri öğrenmeye çalışırlardı. Resûlullah'ın meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahâbîler de (Buhârî, "ilim", 27) duyup öğrendikleri hadisleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı. (Hatîb, el-Câmi’ li-ahlâkı'r-râsul, I, 236-239) Ashabın son derece önem verdiği bu müzakere geleneği daha sonra da devam ettirilmiştir. (Dârimî, "Mukaddime", 51)

Hz. Peygamber (asm)'in, sahâbîlere kendi sözlerini dinleyip öğrenmelerini emretmesi ve öğrendiklerini başkalarına tebliğ edenlere hayır duada bulunması (Buhârî, "İlim", 9), onların hadisleri bir ibadet vecdiyle öğrenip başkalarına nakletmelerini sağlamıştır. 

Ayrıca Mescid-i Nebevî'nin bitişiğinde oturan ve sayıları genellikle yetmiş civarındaolan (Buhârî, "Salât", 58) ehl-i Suffe de Resûlullah'tan hadis tahsil etmişlerdir. Bazı hadislerin değişik sayıda sahâbî tarafından rivayet edilmesi, Hz. Peygamber'in onu söylediği veya huzurunda bir olay meydana geldiği sırada yanında bulunanların sayısıyla ilgilidir. 

Sahâbîlerin Resûl-i Ekrem'den bizzat duymadıkları hadisleri öğrenme gayretleri onun vefatından sonra da devam etmiştir. Câbir b. Abdullah'ın, Abdullah b. Üneys'in bildiği bir hadisi ondan öğrenmek için Medine'den Şam'a yolculuk yaptığı (Buhârî, "rİIİm", 19), Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin, Resûl-i Ekrem'den duyduğu bir hadisi Mısır'da bulunan Ukbe b. Âmir el-Cühenî ile görüşerek kontrol etmek maksadıyla Medine'den oraya kadar gittiği (Müsned, IV, 159) bilinmektedir.

Hz. Peygamber (asm)'in hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermediği bilinmekle birlikte onun hadisleri yazmayı kesinlikle yasakladığını söylemek de mümkün değildir. Nitekim Abdullah b. Amr b. Âs gibi okuma yazma bilen genç ve dikkatli sahâbîlerle (Müsned, II, 403; İbn Kuteybe, s. 365-366) hafızasının zayıflığından şikâyet edenlere (Tirmizî, "ilim", 12) hadisleri yazma konusunda izin vermiş, bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini isteyen Yemenli Ebû Şah gibi kimselerin isteklerini de reddetmemiştir (Buhârî, "Lukata", 7, "Diyar, 8). 

Daha sonraki yıllarda ise âyetlerin çoğunun nazil olması, bunların yazımında gerekli titizliğin gösterilmesi, Kur'an hafızlarının çoğalması, Müslümanların ekseriyeti tarafından Kur'an üslûbunun kavranması ve artık kendi sözlerinin Kur'an'la karışması ihtimalinin veya hadisle meşgul olup Kur'an'ı ihmal etme endişesinin kalmaması üzerine hadisleri yazmak isteyenlere izin vermiştir. (Tirmizî, "cİlim", 12; Dârimî, "Mukaddime", 43) Vefatından bir müddet önce Resûlullah'ın Müslümanlara doğru yoldan ayrılmamaları için bir mektup yazmayı düşünmesi (Buhârî, "İlim", 39) ve sözlerinin Ebû Şah için yazılmasına izin vermesi, onun hayatının son döneminde de hadislerin yazılmasına karşı olmadığını göstermektedir.

Resûl-i Ekrem'den bu konuda izin alan sahâbîler duyup öğrendikleri hadisleri hem ezberlediler hem de yazdılar (Müsned, II, 403). "Sahîfe" adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahâbîler arasında, 1.000 civarında hadis ihtiva eden eş-Sahîfetü's-sâdıka'nın sahibi Abdullah b. Amr b. Âs başta olmak üzere, Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali b. Ebû Tâlib, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semüre b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah. Abdullah b. Ebû Evfâ ve Enes b. Mâlik bulunmaktadır. 

Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebû Hüreyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih (es-Sahifetü's-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamîdullah tarafından yayımlanmıştır. 

Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den oğlunun, ondan da torununun rivayet ettiği, Müsnedü Büreyd adıyla tanınan kırk hadislik cüz de burada zikredilmelidir. (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 541, vr. 136a- i 74b)

İlk devirlerde hadislerin kitap haline getirilmesi durumunda onların Allah'ın kitabına denk tutulacağı veya Kur'an'dan çok hadislerle meşgul olunacağı endişesini taşıyanlar, hadislerin ezberlenmesini tavsiye etmiş, daha müsamahakâr olanlar ise ezberlemeden önce yazılabileceğini, fakat ezberledikten sonra yazılı metinlerin imha edilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur. (Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-İlm, s. 58-63)

Ayrı şehirlerde bulunan sahâbîlerin Hz. Peygamber’den bizzat duymadıkları hadisleri birbirlerinden istedikleri, bu arada Hz. Muâviye'nin talebi üzerine Mugire b. Şu'be'nin ona bazı hadisleri yazıp gönderdiği bilinmektedir. (Örnekler için bk. İmtiyaz Ahmed, s. 299-302, 500-540)

Kur'an'ın ihmal edileceği düşüncesiyle başlangıçta hadislerin yazılmasına karşı olan sahâbîler arasında Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Mûsâ el-Eş'ari, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî ve Abdullah b. Ömer de bulunmaktadır. Fakat onların hemen hepsi sonradan dikkatsiz ve samimiyetsiz râvileri görünce bu kanaatlerinden vazgeçerek hadislerin yazılmasını tavsiye etmiş, talebelerine hadis yazdırmış, hatta kendileri de hadislerin yazılı olduğu metinler edinmişlerdir.

Hadislerin Rivayeti

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı idarecilerin çok hadis rivayet edilmesine karşı tavır almalarına bakarak, onların hadislere veya hadis râvilerine güvenmedikleri sonucunu çıkarmak doğru değildir. Hulefâ-yi Râşidîn'in çözümünü Kur'an'da bulamadığı birçok meselede hadise başvurduğu, hatta ortaya çıkan problemlere çözüm getirecek hadislerin mevcut olup olmadığını tesbit etmek için sahâbîlerle istişare ettiği bilinmektedir (Buhârî, "Tıb", 30; Müslim, "Selâm", 98; Ebû Dâvûd, "Ferâ'iz", 5; Tirmizî, "Talâk", 23; Dârimî, "Mukaddime", 20) 

İlk halifelerin hadis rivayetindeki titizliği, hafızaya dayanan rivayete ağırlık vermek suretiyle rivayetin içerdiği konular üzerinde yeterince düşünmeyi ihmal etme gibi bir endişeden kaynaklanmış olabilir. Hz. Ömer'in, Irak bölgesine gönderdiği adamlarıyla birlikte Medine dışına kadar yürüyerek onlara, gittikleri yerdeki insanların yeni Müslüman olduklarını, bu sebeple henüz Kur'an'ı doğru okuyamadıklarını hatırlatması ve bu durumdaki kimselere önemli meselelerde ihtiyaçlarına yetecek kadar hadis rivayet edip fazlasından kaçınmalarını özellikle tenbih etmesi de (İbn Mâce, "Mukaddime", 3, Dârimî, "Mukaddime", 28) aynı endişeye dayanmalıdır. 

Ferâiz ve sünneti Kur'an öğrenir gibi öğrenmeyi tavsiye eden (Dârimî, "Ferâ'iz", 1), Kâdî Şüreyh'e çözümünü Kur'an'da bulamadığı bir mesele için Resûlullah'ın sünnetine başvurmasını emreden (Dârimî, "Mukaddime", 20) Hz. Ömer'in, hadislerin rivayetine karşı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Onun sahâbîleri az hadis nakletmeye zorlamasının bir sebebi de rivayet konusunda onları mümkün olduğu kadar titiz davranmaya sevketmek istemesidir.

Bazı sahâbîler, çok hadis rivayet etmenin hadis metinlerinde fazlalık veya eksiklik türünden hatalara sebebiyet verebileceği ve böylece Hz. Peygamber'e yanlış sözler isnad edileceği endişesini taşımışlardır. Esasen her duyduğunu rivayet etmesinin insanı yalancı durumuna sokabileceğini belirten hadis de (Müslim, "Mukaddime", 5) onları bu konuda ihtiyatlı davranmaya ve az hadis rivayet etmeye sevketmiştir. 

Nitekim ilk dört halife ile Zübeyr b. Avvâm, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Ömer gibi sahâbîler, bu konuda son derece ihtiyatlı davranmış ve hadisleri lafzen rivayet etmeye itina göstermişlerdir.

Hadis rivayetinde ihtiyatlı olmakla beraber bilgisini başkalarından esirgeyenleri kınayan âyet ve hadislerin tesiriyle (Bakara, 2/159-160, 174-176; Buhârî, "ilim", 42; İbn Mâce, "Mukaddime", 24; Müsned, 11, 296, 499, 508) Hz. Âişe, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîler bu konuda daha rahat davranmış ve hadislerin mâna ile rivayet edilmesine karşı çıkmamışlardır.

Hz. Peygamber (asm) zamanında Müslümanlar, hadis rivayetinde yanılma veya unutma olabileceğini düşünmemişlerdir. "Kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirilmesinden" (Tevbe, 9/64) korkan münafıklar da Resûl-i Ekrem'in söylemediği bir sözü ona isnat etmekten çekinmişlerdir. 

Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra hadislerin kabulünde daha titiz davranma gereğini duyan Hulefâ-yi Râşidîn ve önde gelen sahâbîler, Resûlullah'tan bizzat duymadıkları bir hadisi rivayet edenlerden ya Hz. Ömer'in yaptığı gibi o hadisi Allah'ın resulünden duyan bir şâhid getirmelerini istemiş (Buhârî, "İstizân", 13) veya Hz. Ali'nin yaptığı gibi hadisi Hz. Peygamber'den duyduğuna dair yemin ettirmiş (Müsned, 1, 2. 10), yahut da Hz. Âişe'nin yaptığı gibi râvisinin iyi öğrenip öğrenmediğini anlamak için aradan uzun zaman geçtikten sonra tekrar sorarak hadisi kontrol etmiştir. (Müslim, "ilim", 14)

Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah'tan duyan sahâbîlerden derleyip yazdığı 500 hadisi yakması, rivayet sırasında bir hata yapılmış olabileceği endişesinden kaynaklanmıştır. (Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz, s. 5) Hadislerin yazılmasını düşünen Hz. Ömer'in, ileri gelen sahabe ile bir ay boyunca istişare ettikten sonra bu düşüncesinden vazgeçmesi de bu işin Kur'an'ın ihmaline yol açabileceği kaygısına dayanmaktadır. (Hatîb, Takyîdü'l-ilm, s. 50-51) 

Hadisleri bir kitapta toplamayı düşünen kimseleri haklı çıkaran sebepler zamanla yoğunluk kazanmıştır. Halife Ömer devrinden itibaren fetihlerin gittikçe çoğalması, hadisleri bilen sahâbîlerin vefat etmesi, sahabenin Medine'den ayrılmasını doğru bulmayan Hz. Ömer'in vefatından sonra halife Osman'ın buna engel olmaması üzerine birçok sahâbînin Medine'den ayrılması bu konuda tedbir almayı gerekli kılmıştır.

Yeni fethedilen ülkelerin halkından kötü niyetli kimselerin, özellikle son iki halifenin şehid edilmesinden sonra dini bozmaya teşebbüs etmeleri, hadisleri yazıyla tesbit edip koruma altına almayı icap ettirdiği için başlangıçta bu işe karşı olanların çoğu daha sonra buna taraftar olmuş, tanınmış sahâbîlerin öğrencileri, onlardan duyduklarını kaydetmek için kâğıt bulamadıkları zaman elbiselerine, semerlerin arkasına, hatta duvarlara bile yazacak kadar bu konuyu önemsemişlerdir. (Dârimî, "Mukaddime", 43)

Böylece hadisler, onları rivayet etmeyi ibadet sayan gayretli kişilerin himmetleri sayesinde kaybolmaktan kurtulmuştur. Bir tesbite göre hicretin I. asrında tabiînden olan talebelerine hadis yazdıran sahâbîlerin sayısı elliyi bulmuştur. (M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-58)

Hadis rivayetiyle meşgul olan tabiîler, sahâbîlerden çok daha fazladır. Bunlar arasında, bir hadis için günlerce yolculuk yapmayı göze alan Saîd b. Müseyyeb, duydukları rivayetleri hemen kaydetmeleriyle tanınan Saîd b. Cübeyr ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi birçok muhaddis zikredilebilir. 

Tabiîler içinde, önceleri hadislerin yazılmasına karşı iken sonradan bu fikirden vazgeçenlerle hayatlarının ilk dönemlerinden itibaren hadisleri yazmadığına pişmanlık duyanların çok oluşu, bu nesilde hadisleri yazma işinin büyük tasvip gördüğünü ortaya koymaktadır.

Hadislerin Tedvini/Toplanması ve Tasnifi

Hadislerin tedvînini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gâliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir. 

Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevketmiştir. Özellikle Şîa'nın kendi grupları, daha sonra Abbasî hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslâm aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvîne taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. 

Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bidatçıların rivayetlerinden kaçınmaya sevketmiş (Dârimî, "Mukaddime", 38) ve I. yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. 

İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i sünnete mensup râvilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır. (Müslim,"Mukaddime", 5)

Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip edilmiş: yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dîl ilmi doğmuş, bunun sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.

Emevîler'in Mısır valisi olan Abdülazîz b. Mervân'ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amacıyla devlet adamlarının bile gayri resmî olarak hadis tedvîniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdülazîz b. Mervân, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahâbî ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesîr b. Mürre el-Hadramî'ye yazdığı bu mektupta, Ebû Hüreyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahâbîlerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. 

Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülazîz, ileri gelen âlimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvîn işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber (asm)'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. (Dârimî, "Mukaddime", 43; Buhârî, '"İlim", 34; Hatîb, Takıyîdü'l-ilm, s. 106)

Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. (İbn Abdülber, I, 331)

Sahabe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir yana, bir tesbite göre I. yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir. (M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 58-161; İmtiyaz Ahmed, s. 416-590)

Hadislerin tedvîni tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. 

Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef” adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir. 

III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhârî ile Müslim'in el-Câmi'u's-sahîhleri Kur'an’dan sonra İslâm'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Mâlik b. Enes'in el-Muvatta'ını veya Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî'nin es-Sünen’ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mâce'nin es-Sünen'idir. Diğerleri Ebû Davud'un es-Sünen'i, Tirmizi’nin es-Sünen diye de anılan el-Câmiu's-sahîh’i ve Nesâî'nin el-Müctebâ diye de bilinen es-Sünen'idir. 

Hadislerin Öğrenimi

İslâmiyet'i daha geniş kitlelere ulaştırma gayesiyle başlatılan askerî harekât sonunda daha I. yüzyıl sona ermeden İspanya'dan Orta Asya'ya kadar olan geniş toprakların İslâm coğrafyasına katılması sahâbîleri bu geniş topraklar üzerine dağılmaya mecbur etti. Ashabın bir kısmı bu topraklarda bir süre kaldı veya oralara yerleşti. Hz. Peygamber (asm)'in talebeleri olan sahâbîlerle onların yetiştirdiği tabiîn neslinin yerleştiği bu coğrafî merkezler büyük önem kazandı. 

Ancak İslâmiyet'in ilk merkezi olan Medine'nin özel bir konumu vardı. İlk dört halife ile en çok hadis rivayet edenlerden Ebû Hüreyre, Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer ve Ebû Saîd el-Hudrî Medine'de yaşamışlardır. Tabiîn neslinin "fukahâ-i seb'a" diye anılan yedi büyük fakihi ve hadis ilmine büyük hizmetleriyle tanınan İbn Şihâb ez-Zührî de Medine'nin yetiştirdiği büyük âlimlerdendir. 

Diğer ilim merkezlerinden Mekke'de Abdullah b. Abbas, Attâb b. Esîd, İkrime b. Ebû Cehil ve Osman b. Talha gibi sahâbîler; Mücâhid b. Cebr, Atâ b. Ebû Rebâh, Amr b. Dînâr gibi tabiîler; 10.000 sahâbînin ayak bastığı rivayet edilen Şam bölgesinde Muâz b. Cebel. Ubâde b. Sâmit ve Ebü'd-Derdâ gibi sahâbîler; Ebû İdrîs el-Havlânî, Ömer b. Abdülazîz gibi tabiîler; Ehl-i Bedir'den yetmiş, Bey'atürrıdvân ehlinden 300 kişinin yerleştiği Kûfe'de (İbn Sa'd, VI, 9) Hz. Ali, Sa'd b. Ebû Vakkâs, Abdullah b. Mes'ûd gibi sahâbîler; Alkame b. Kays, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi tabiîler; Basra'da Enes b. Mâlik, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, İmrân b. Husayn gibi sahâbîier; Hasan-ı Basrî, İbn Şîrîn, Katâde b. Diâme gibi tabiîler hadis öğrenimine hizmet etmişlerdir.

Diğer ilim merkezlerinden Mısır'da Abdullah b. Amr b. Âs; Mağrib ve Endülüs'te Mikdâd b. Esved, Misver b. Mahreme ve Seleme b. Ekva'; Buhara, Semerkant, Merv, Herat, Rey, İsfahan gibi yerleri içine alan Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinde Büreyde b. Husayb, Ebû Berze el-Eslemî ve Hakem b. Amr el-Gıfâri gibi sahâbîler yerleştikleri bu yerleri birer hadis öğretim merkezi haline getirmişlerdir.

Sahabe neslinin Hz. Peygamber (asm)'den bizzat duymadığı hadisleri diğer sahâbîlerden öğrenmek amacıyla yaptığı yolculuklar daha sonraki dönemlerde "talebü'l-hadîs" veya "rihle" adıyla devam etmiş, bu arada gittikleri ilim merkezlerindeki bütün hadisleri öğrenip ezberleyen güçlü hadis hafızları yetişmiştir. Hadis hafızı ve fakih Mekhûl b. Ebû Müslim (ö. 112/ 730) kölelikten azat edildikten sonra Mısır, Irak, Hicaz (Medine) ve Şam'ı dolaşmış, kendi ifadesine göre bu bölgelerde rivayet edilen hadislerin tamamını öğrenmiştir. (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 146)

Yetmiş beş yıllık ömrünün otuz dört yılını belli başlı ilim merkezlerinde hadis tahsiliyle geçiren Endülüslü muhaddis Bakî b. Mahled gibi hadis talebeleri az değildir. Kendi memleketlerinde pek çok hadis âlimi bulunsa bile hadis talebelerinin önemli ilim merkezlerini bazen birkaç defa dolaşarak devrin tanınmış muhaddislerinden hadis rivayet etmeleri bir gelenek halini almıştı. Kendisinden hadis öğrenilecek muhaddis, rivayetlerini bir kitapta toplamış olsa dahi bu kitabın sağlam bir nüshasını önce istinsah etme, ardından bizzat muhaddisinden dinleme veya ona okuma yahut daha sonraki devirlerde geliştirilen usullerle bir kitabın ya da çeşitli kitapların rivayeti için icazet alma geleneği tahsil süresinin uzamasına tesir etmiştir. 

Bütün bu zor şartlara rağmen muhaddislerin tükenmeyen gayretleri sonunda Hz. Peygamber (asm)'in hadisleri bir araya getirilmiş, hadisler arasındaki rivayet farkları azaltılmış, isnad zincirlerinin gereksiz yere uzaması önlenmiş, bu arada hadisleri rivayet eden kimselerin hayatları, şahsiyetleri, bilgilerinin ve hafızalarının sağlamlık derecesi en ince noktasına kadar tesbit edilmiştir.

Özetle, hadisler Hz. Peygamber (asm) zamanından itibaren ezberlenerek, yazılarak ve en önemlisi de yaşanarak muhafaza edilmiş, elimizdeki hadis kaynaklarına kaydedilmiştir. Bu konuda şüpheye neden olacak hiçbir şey yoktur. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Hadis md.)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


https://sorularlaislamiyet.com/hadislerin-bir-cok-raviden-gectigini-dikkate-alirsak-hadislere-neden-guvenelim-ve-neden-hadis

İçeriği Kur'an'da yer almayan hadislerin yokluğu hukuken eksiklik olur mu?



İçeriği Kur'an'da yer almayan hadislerin yokluğu hukuken eksiklik olur mu?
- Peygamber sağ değil. Videosu da yok. Onun sözü diye bize ulaşan sözlerin ona ait olduğu kanıtlanamıyor. Hukukta polisin alıp imzaladığınız ifade bile delil teşkil etmeyebiliyor.
- Hadis kitaplarına bakıyoruz. Bir hadise göre peygamberimiz "Benim sözlerimi yazmayın diyor." diğer hadise göre de "yazabilirsin" diyor.
- Bir 
kitap içinde bir tane bile çelişki bulunması o kaynağın hukuki değerini siler geriye sadece arkeolojik değeri kalır. Oysa bu hadis kitaplarında bir tane değil çok sayıda çelişki var. İşte bu yüzden bazı kişiler tüm hadisleri reddediyor.
- Bir düşünelim benzer bir durum Kur'an içinsde olsa ne yapardık? Mesela İncil içinde de doğru bilgiler var ancak Kur'an ile aynı statüde tutabilir misiniz?
- Hadislerin içinde gerçekten peygamberimizin sözleri olabilir ancak bunları kesin olarak ayırt edemediğimiz için ve/veya bu sözlerin zaten Kur'an ile çelişmediği ve Kur'an'da yer almayan bir içeriğe sahip olmadığı için bu sözlerin eksikliği hukuken bir eksiklik doğurmaz, öyle değil mi? - - - Ancak olsa olsa arkeolojik bir belgeyi yitirmiş mi oluruz?

CEVAP:

- Soruda geçen bu bilgiler taraflı olduğu kadar tutarsızdır da. Örneğin:

a) “Bir hadise göre Peygamberimiz "Benim sözlerimi yazmayın diyor." diğer hadise göre de yazabilirsin diyor.” ifadesi hakikati göstermiyor ve doğru değildir. Çünkü, Hz. Peygamber (asm) nübüvvetin ilk zamanlarında daha Kur’an’ın üslubuna aşina olmayan sahabenin hadisleri Kur’an’la karıştırmamaları için “hadisin yazılmasını” yasaklanmıştır. Bu mahzur ortadan kaktıktan sonra “hadislerin yazılmasına” izin verilmiştir. Bunun dinen ve hukuken ne sakıncası vardır?

b) “Bir kitap içinde bir tane bile çelişki bulunması o kaynağın hukuki değerini siler geriye sadece arkeolojik değeri kalır.” bilgisi de doğru değildir. Dünyada Kur’an’dan ve sahih hadislerden başka içinde bir tek yanlış bulunmayan belki de hiçbir kitap yoktur. Ve hepsinden de istifade edilmektedir.

Özellikle hukuk kitapları, örneğin bir anayasa veya yasaları içeren kitapların içinde bir değil onlarca yanlışın olduğunu bilmek için hukuk allamesi olmak gerekmez. Her gün Türkiye’de bu konudaki tartışmalar bunun açık göstergesidir.

c) Bir bahçeye giren bir insan gördüğü çürük bir elmadan ötürü diğer bütün elmaların da çürük olduklarına hükmederse “arkeolojik bir deli” damgasını hakeder.

d) İslam alimleri, bu konuda yaptıkları ilmi çalışmalarla, sahih, zayıf veya mevzu hadislerin bilimsel kriterlerini ortaya koymuşlar ve bu konuda onlarca kaynak eser meydana getirmişler. İslami literatürdeki hadisler konusunda yapılan analizlerin bir benzerini, dünyada var olan başka hiçbir ilim dalı hakkında bulamazsınız.

e) Hadisler dışında ve hadis alimlerinin ortaya koyduğu tarihi bilgiler dışında dünyada hangi ilim ve bilgi kaynağı için “senetli-sepetli” malumat vardır...

Milyonlarca senetsiz bilgi kaynağını rahatlıkla kullanırken, sıra her tarafında tespit mekanizması olan senetlerle dolu “hadis edebiyatı”na gelince “kraldan daha fazla kral kesilmek” ve İslam dininin en az üçte birini ortadan kaldıran bir yoruma imza atmak, gerçekten aklen ve dinen büyük bir cürettir.

- Bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz (asm) Kur’ân-ı Kerim'de açıkça bildirilmeyip, kapalı bırakılan yerleri, söz, fiil ve takrirleri ile ashabına açıklamışlardır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in en sağlam tefsiri olan sünnet-i seniyye, İslâm hukukunun ikinci kaynağıdır.

Peygamber Efendimiz (asm)'e bir mesele sorulduğunda kendisine vahiyle bildirildiği gibi, bazen onun içtihadına da bırakılırdı. Ancak içtihadı vahyin kontrolünde idi. Ashab-ı kiramın hepsi müçtehid oldukları için, Peygamber Efendimiz (asm) onlara içtihad etmeleri hususunda müsaade etmişlerdi.

Nitekim Yemen’e kadı olarak gönderdiği Muaz bin Cebel’e, ne ile hükmedeceğini sormuş, o da bir meselenin hükmünü açıkça Kur’ân-ı Kerim'de ve hadis-i şerifte bulamazsa ictihad edeceğini söylemiş, Resulullah (asm) da onun bu cevabını beğenmişti. En sahih hadis ve tarihi kayıtlardan biri olan bu hadiste de “hadislerin teşriin/dinin ikinci kaynağı” olduğunu görüyoruz.

f) Soruda “Hadislerin içinde gerçekten Peygamberimizin sözleri olabilir, ancak bunları kesin olarak ayırt edemediğimiz için ve/veya bu sözlerin zaten Kur'an ile çelişmediği ve Kur'an'da yer almayan bir içeriğe sahip olmadığı için, bu sözlerin eksikliği hukuken bir eksiklik doğurmaz.” denilmiş ve bizden de onay almak için “Öyle değil mi?” sorusuna yer verilmiştir.

Buna cevabımız: “Öyle değil!..”dir. Çünkü: “zaten Kur'an ile çelişmediği ve Kur'an'da yer almayan bir içeriğe sahip olmadığı için...” bilgisi A’dan Z’ye yanlıştır. Zira hadislerde -İbadetlerden ta muamelata kadar- Kur’an’da açıkça bulunmayan yüzlerce bilgi var ve İslam alemi bu bilgiye göre amel etmektedir. Bunu işin erbabı çok iyi bilir ve biz de tefsir, hadis ve fıkıh uzmanları olarak bunları söylüyoruz.

g) Hz. Peygamber (asm)'in sünnetinin teşri kaynağı olduğunu inkâr eden veya sahih bir hadisin Hz. Peygamber (asm)'in sözü olduğuna inandığı halde kabul etmeyen dinin dışına çıkmış olur. Bu husus âlimlerin ittifakla kabul ettiği bir konudur.

Nitekim, İmam Ebu İshak b. Rahuye: “Hz. Peygamber (asm)'den kendisine gelen bir haberin doğru olduğuna inandığı halde -hayatî bir zorlama olmaksızın- onu reddeden kâfir olur.” hükmünü vermiştir.

Yine Suyutî; “Hadis otoriteleri tarafından sıhhatin şartı olarak kabul edilen kriterlere sahip olan bir hadisi inkâr eden kimse kâfir olup Yahudî, Hristiyan ve diğer kâfir kafilelerle birlikte haşr olur.” şeklinde fetva vermiştir. (bk. Suyutî, Miftahu’l-Cenne fi’l-ihticaci bi’s-Sünne, s.14)

Keza Allame İbnu’l-Vezîr de şunları söylemiştir: “Hz. Peygamber (asm)'in hadisi (sözü) olduğunu bildiği halde onu inkâr eden kimse kâfir olur." (bk. el-Avasım ve’l-kavasım, 2/274)

Alimlerin bu ifadeleri, hadislerin dindeki önemini göstermektedir.

h) Burada çok önemli bir kuralı hatırlatmak isteriz. İslam hukukunda ve gerçek adalet anlayışında “Bir tek masumun hakkı bütün dünyaya feda edilmez.” “Bir gemide 99 cani bulunsa bir tek masum olsa o gemi hiç bir kanun-u adaletle batırılmaz.”

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

“Nasılki sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.” (bk. Mektubat, s.263)

Kur’an’da defalarca vurgulanan bu kaideye göre, “bir hadis kaynağında dokuz tane zayıf, yalnız bir tane sahih hadis varsa", böyle bir hadis kitabını yok hükmünde saymak büyük bir zulüm olur.

Kaldı ki, her zayıf hadisin manası yanlış da değildir. Sadece ilgili sözün Resulullah (asm)’a olan aidiyetinde bir tereddüt vardır. İslam alimleri bu hususu açıkça beyan etmişler.

Bununla beraber, hadislerdeki bilgiler neredeyse dinin üçte birini teşkil ediyor. Bunları bir kenara atarsanız ortada din diye bir şey kalmaz.

İşte namaz, işte oruç, işte hac, işte zekât, işte nikah, işte alışveriş, işte adab-ı muaşeret, hülasa işte İslam! İslam’ın ikinci teşri kaynağı olan sünneti ve bu sünneti bize kadar getiren hadisleri toptan inkâr ederseniz, yalnız dini bir risk taşımakla kalmazsınız, aynı zamanda milyonlarca İslam alimlerinin aklını da hafife almak suçunu işlemiş olursunuz. O zaman da yalnız meleklerin nazarında değil insanların nazarında da aklınız hafife alınır.. Vesselam!..

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hadislerin bir çok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim?
- Sünnetin bağlayıcılığı, örnek alınması ve kaynağının vahiy olup ...
- Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

https://sorularlaislamiyet.com/icerigi-kuranda-yer-almayan-hadislerin-yoklugu-hukuken-eksiklik-olur-mu

Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ulaştırılması ve sünnetin bağlayıcılığı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?


Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ulaştırılması ve sünnetin bağlayıcılığı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

- Peygamber Efendimiz (asm)'in irtihalinden sonra, iblisin hadis-i şeriflerde değişiklik yaptığını iddia edenler var. Böyle bir şey doğru olabilir mi?

İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (asm) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bu
nun dayandığı bir gerçek var mı?

Evet, peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirtiyor:

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”(İbrahim,14/4)

“O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullaha uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nûra uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”(A'raf, 7/157)

“Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab, 33/36)

“Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4/65)

“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4/80)

“Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir, 59/7)

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmran, 3/31)

Evet, buna benzer âyetler Peygamberimizin (asm) görevini, sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtiyor. Bunu biraz açabilir miyiz?

1. Efendimizin (asm) bir görevi özet şeklinde olan âyetleri açıklamaktır: Meselâ Kur’ân “Namaz kılın” diyor, ama namaz nasıl kılınacak? “Rükû ve sücud yapın” diyor, ama rükû ve sücud nasıl yapılacak, teferruat vermiyor. Kıyam nasıl yapılacak, ayrıntı yok. İşte Peygamberimiz (asm) “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın” diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklıyor ve nasıl tatbik edilebileceğini gösteriyor. Namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur’ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirleri Peygamberimiz açıklıyor.

2. Efendimizin görevleri arasında, anlaşılması zor olan âyetleri açıklamak da vardır.

Meselâ âyet-i kerîmede,

“Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız.” (Enfâl, 8/60)

buyuruluyor. Bu âyette “Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun.” tabiri geçiyor. Sahabe Peygamberimize sormuş: “Kuvvet nedir?” Peygamberimiz (asm), “Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.” diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur.

3. Sonra Kur’ân-ı Kerimin mutlak ve âm (sınırsız ve genel ifadeli olan) âyetlerini takyitle tahsis ediyor, yani onlara sınır getiriyor. Meselâ,

“Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı.”(Bakara, 2/275)

buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz (asm) buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor.

Diğer bir örnek ise şu âyet-i kerimedir:

“İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar, korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır.”(En'am, 6/82)

Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp Peygamberimize sormuş: “Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Yâ Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?” Peygamber (asm.) “Şirk pek büyük bir zulümdür.” âyetini hatırlatarak, buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur’ân-ı Kerim'deki anlaşılması zor olan âyetleri Peygamberimiz (asm) açıklıyor.

4. Sonra Kur’ân’da olan meseleler ayrıca Peygamberimiz (asm) tarafından tekraren teyit ve te’kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir.

5. Peygamberimizin bir de şâri’ yönü, yani, Kur’ân’da olmayan hükümleri koyma yetkisi var. Meselâ, yiyeceklerden haram olanların isimleri iki âyet-i kerimede belirtilir. Ama onların hiçbirisinde eşek eti geçmez. Peygamberimiz (asm) Hayber Seferi sırasında, ehlî (evcil) eşek etini haram etmiştir.

- Bunlar niçin Kur’ân’da açıklanmamış da Peygamberimize bırakılmıştır?

Kur’ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur’ân’dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimize bırakmıştır. Peygamberimize bıraktırmasının da ayrıca birtakım maslahatları var. Çünkü birtakım meseleler zaman içerisinde neshedilmiş, yürürlükten kalkmıştır.

Hem hadislerin bir kısmı bize zayıf hadisler şeklinde gelmiştir. Bu zayıf hadislerle amel ihtilâf getirmiştir. İhtilâf ise ümmet için rahmettir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim'de kesin olarak bütün bu meseleleri zikretmiş olsaydı, orada ihtilâf etme şartımız azalırdı. Dinimizin gelişen zamana ve toplum şartlarına göre esnekliği azalabilirdi. Halbuki dinimizin üstün bir yönü -kanatimce- zamana ve zemine göre yeni yorumlara imkân tanımasıdır. Bu güzel birşeydir.

Hattâ dahası var; Peygamberimiz (asm) de âlimlere bir marj bırakmıştır. Dinimizin güzelliği bu. Âlimler Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle hüküm koymada birtakım temel kaideler belirtmiş ve usul koymuştur. Âlimler bu usullerle yeni meseleleri yoruma kavuşturuyor. Böylece başka şeriata ve kültür sistemine ihtiyaç hasıl olmadan, kanun alma ihtiyacı duymadan yeni şartlara göre kanunlarımızı kendimiz koyabiliyoruz. Nitekim Osmanlının son dönemlerine kadar bütün ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız kendi değerlerimiz çerçevesinde kanunlaştırılmış, Kur’ân ve Sünnetten çıkartılmıştır.

Halkımız hadislerle Kur’ân-ı Kerimi nasıl öğrenecek? Meselâ Yâsin Sûresini hepimiz çok okuyoruz. “Peygamberimiz acaba bu sûreyi nasıl tefsir etmiş” diye öğrenmek istesek, bunu nereden bulacağız. Bir usulü, yöntemi var mı bunun?

Öncelikle Kur’ân, Kur’ân ile tefsir edilir. Çünkü bir âyet diğer bir âyeti açıklar. Bir konu bir yerde bir yönü anlatılır, diğer bir yerde diğer bir yönü anlatılır ve hakeza. Fakat Peygamberimizin de Kur’ân’la ilgili çokça tefsiri vardır. Buharî’nin en geniş bölümlerinden birisi Tefsir’dir. Tirmizî’nin en geniş bölümlerinden birisi yine Tefsir bölümüdür. Kaldı ki Buharî ve Tirmizî’de yer almayan tefsire müteallik hadisler, başka kaynaklarımızda verilmiştir.

Ben bazan matematiği uygulayarak diyorum ki: bir doğru iki noktadan geçer. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerimden çıkaracağımız bir mânâda Kur’ân-ı Kerim çıkış noktasıdır. İkinci bir nokta olarak Hadise atıf yapmazsak, o zaman o tek noktadan binlerce görüş çıkabilir. Halbuki din nedir? Tevhid, birlik, beraberlik dinidir. O âyetten herkes kendi kafasına göre bir yorum değil, gerçeğe uygun yorum çıkaracaktır. Acaba Peygamber (asm) ne demiştir, ona bakacağız. Peygamber sözlerinde yoksa, acaba Sahabe ne demiştir, Tabiîn ne demiştir, Etbeuttabiîn ne demiştir, onlara bakacağız. Onlar Kur’ân’ı aslına uygun şekilde anlama şansına bizden daha çok sahipti.

- Hadislere ne derece güvenilir?

Hadislere güvenmemek için bir sebep yok. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim insanları Peygamberimize (asm) yöneltiyor, “Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının” diyor. Yani Kur’ân ikinci bir kaynağı olarak devamlı şekilde Peygamberimizi nazara veriyor.

İkincisi Peygamberimiz (asm) kendisini öne sürüyor, Sünnetine dikkat çekiyor ve Sünnetle bu işin yürüyeceğini Peygamber Efendimiz (asm) ifade ediyor. Meselâ Peygamberimiz Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyor. “Orada ne ile amel edeceksin?” diyor. Hz. Muaz “Kur’ân’la amel edeceğim.” diyor. “Kur’ân’da bulamazsan?” diye soruyor Peygamberimiz. “Sizin sünnetinizle,” diyor Hz. Muaz. “Sizin sünnetinizde bulamazsam, içtihadımla” diyor. Peygamberimiz (asm) bundan çok memnun kalıyor. İslâm ulemasının hepsinin elinde delildir bu hadis. İçtihadın gerekli olması hususunda, Sünnetin delil olması hususunda bu delildir. Dolayısıyla Resulullahın sağlığında Sahabe ikinci kaynak olarak hadisi bilmektedir.

Hz. Ömer anlatıyor: “Ben emsalim bir kardeşimle münavebe yaptım. Bir gün o tarlaya gidiyor tarla işlerini yürütüyor, ben Resulullaha gidiyorum, orada Resulullahı dinliyorum. Akşam gelince emsalim olan kardeşime o gün Resulullahtan gördüğümü, duyduğumu anlatıyorum. Ertesi gün ben tarlaya gidiyorum, emsalim kardeşim Resulullahı takibe gidiyor, duyduğunu, gördüğünü akşam bana anlatıyor. Böylece Peygamberimizi her gün yakından takip etme fırsatı buluyoruz.”

Bir Sahabî diyor ki: “Ben Resulullahtan her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, ‘Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Herşeyini yazmak doğru değildir.’ Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine Peygambere gidip durumu anlattım. ‘Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?’ dedim. Resulullah mübarek ağzını göstererek ‘Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz’ buyurdu.”

Yine Resulullaha uğrayanlar oluyor ve hafızalarından şikâyet ediyorlar. Peygamberimiz onlara “Sağ elini yardıma çağır.” buyuruyor, yazmalarını söylüyor.

Bir başka şey daha söyleyeyim. Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek’te rastladığım bir hadiste Hz. Enes diyor ki: “Ben Resulullah'tan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum.” Yani, Peygamberimiz (asm) onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı.

- Bütün hadislere Kur’ân tefsiridir diyebilir miyiz?

Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur’ân-ı Kerimi pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla Kur’ân’ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimiz (asm)'de kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah’a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz (asm) göstermiştir. İbadetlerin hepsini Peygamberimiz en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur’ân-ı Kerim'in bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir, bütün yönleriyle. Beşerî münasebetler de öyle. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerinde en güzel örnekleri göstermiştir. Karı koca münasebetlerinde en güzel karı koca münasebetlerini ortaya koymuştur. Çocuk terbiyesinde, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir.

Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur’ân-ı Kerim'in idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde aynen Peygamber (asm)'den alabilirler. Bir hadiste Hz. Ayşe Peygamberimiz ahlakını “Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı.” diye ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberimiz (asm) ahlâk yönüyle de Kur’ân-ı Kerim'in ahlâkını şerh etmiştir, açıklamıştır. Belki hepsini kelama dökmemiştir, ama fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur’ân-ı Kerim'in ruhunun tefsiridir.

Diğer yandan, eski milletlerle ilgili kıssalara da açıklama getirmiştir. Hz. İbrahim (as)’in bazı Kur’ân’da olmayan meselelerini Peygamberimiz (asm)'in hadislerinde bulabiliyoruz. Demek ki, Kur’ân’ın temas ettiği, insanlığa getirmek istediği, vermek istediği, hukuk olsun, ahlâk olsun, yaşayış tarzı olsun, bütün derslerin hepsini Peygamberimiz (asm)'in hayatında, bazan sözleriyle, bazan fiilleriyle, bazan tahlilleriyle bulabiliyoruz.

Şimdi Kur’ân-ı Kerim'de “Yiyin, için, israf etmeyin...” buyuruluyor. Başka bir âyette de, tebziri yasaklıyor. tebzir, israfın kardeşidir. Şimdi bu iki âyeti daha iyi anlamak için Peygamberimizin uygulamasına bakalım:

Efendimiz (asm) israfa gayet net bir sınırlama getirmiştir ki, bunun en canlı örneği abdesttir. Abdest alırken suyu israf etmemek için ölçülü kullanırdı. Üç avuç suyla organları yıkamayı emir buyurmuştur. Fazlası mekruhtur. Bu miktarla sınırlamış Peygamberimiz (asm). Sahabe şaşırıyor ve diyor: “Yâ Resulallah, suyun tasarrufu için mi?” “Hayır,” diyor Peygamberimiz. “Nehir kenarında olsan bile organlarını üçer defa yıkayacaksın.”

Ben hadislerde gördüm, Ebu ed-Derdâ’dan gelen bir rivayet: “Bir gün Peygamberimiz bir yere giderken nehre rastlamış. Oradan bir kap su getirmişler Peygamberimize. O da onunla abdest almış ve bir miktar su artmış. Biz olsak o suyu şöyle etrafa serpiveririz. Halbuki Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki:

"Gidin, bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur.”

Bir de, fazla yesek, fazla konuşsak, zamanımızı boş yere geçirsek, israf yapmış oluruz. Bunlar da bizim geri gelmeyecek israflarımız. Veya bir kibrit çöpünün yakılması da israftır. Bunlar da mekruhtur. Günde beş defa abdest alırken suyun israf edilmemesiyle, tabiata karşı saygı dersi verilmiştir. İsrafın hayatın diğer alanlarında da ciddî bir mesele olduğu, abdest örneğiyle ders veriliyor.

Şimdi, “İsraf etmeyiniz” âyet-i kerimesinin açıklanmasına bakınız. Demek âyet-i kerimeyi okuduğumuz zaman bu âyetlerin hadis-i şeriflerde nasıl açıklandığına bakmamız lâzım. Hadis kültürümüz ne kadar geniş olursa Kur’ân-ı Kerimi o nisbette anlamış oluruz.

Ben sonuç itibarıyla şöyle bir şey söyleyebilir miyim? Kur’an-ı Kerim'den bir ayet okuduğumuz zaman, bunun anlamını meallerden ve tefsirlerden öğrenmeye çalışacağız. Ancak bununla yetinmeyeceğiz, hadis kültürümüzü çoğaltacağız. Bol miktarda hadis öğrenerek bunlarla hayatımızı şekillendireceğiz. Bu şekilde Kur’ân’ı okuduğumuzda onun anlamını Efendimizden bizzat öğrenmiş gibi olacağız.

İşte bunu anlayan âlimlerimiz, meselâ Taberî, bir âyetle ilgili aklına ne kadar hadis gelmişse hepsini yazmıştır. Taberî tefsirinde çok hadis naklediyor diye bazıları tenkit bile etmiş. Kırk ciltlik tefsirinin büyük bir bölümü hadislerle doludur. Ama hadislere baktığımız zaman, âyetleri daha iyi anlıyoruz. Çünkü hadisin verdiği nur başka, kendi tefekkürümüzle çıkartacağımız mânâ başka. Benim görüşüm, Kur’an-ı Kerimi hadislerle anlamaya yönelmek en güzeli.

HADÎSLERİN YAZILMASINA İZİN VEREN RİVAYETLER

Hadîslerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivayetler çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh) 'a aittir. Der ki:

“Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: 'Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan her duyduğunu yazıyorsun, halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur.' dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)''e arzettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak: 

'Yaz, Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.' dedi."

Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'ın sistemli şekilde hadîs yazdığını te'yid eden bir rivayet Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye aittir ve üstelik Buhâri'de kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle buyurur:

"Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'den çok hadîs (bilmede) Abdullah İbnu Amr hâriç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım."

Hadîslerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivayetler bundan ibaret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)ın: "Sağ elinizi yardıma çağırın", "İlmi yazı ile bağlayın" gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi, hepsi de hadîsten ibaret olan uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan ve sayısı üç yüzü bulan pek çok "mektup (yani yazılı vesika)" ların varlığı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, hadîslerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

EBU HÜREYRE'NİN SAHİFE-İ SAHÎHA'SI:

Bazı rivayetler Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'dan işittiği hadîslerini yazdığını ifâde etmektedir. Bu sahifenin ismi Sahife-i Sahîha'dır. El-Hasan İbnu Amr İbnu Umeyye ed-Damri anlatıyor: "Uz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin yanında bir hadîs rivayet ettim. Ancak o : " 'Böyle bir hadîs yok'' diye inkâr etti. Bunu kendisinden işittiğimi söyledim. O vakit: "Bunu benden işitmişsen o bende yazılıdır" dedi ve elimden tutarak beni evine götürdü. Orada bana Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) 'in hadîslerinin yazılı bulunduğu pek çok kitap ' 'kütüben kesireten'' gösterdi. Rivayet ettiğim hadîsi burada buldu ve: "Ben sana demedim mi? Eğer ben bir hadîs rivayet etti isem. o, yanımda yazılı olarak mevcuttur. " dedi.

HADİSLERİN TOPLANMASI:

Hadîs tarihinin ikinci mühim devresini "tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak ikinci hicrî asrı içine alır.

- TEDVÎN NEDİR?

Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline koymak mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin resmen yazılıp kitap haline konması demektir. Burada "resmen" tabirinin bilhassa ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere, hadîslerin yazılması, ferdi ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) devrinde başlamış bir faaliyettir. Hatta bizzat RASÜLULLAH (aleyhissalâtu vesselam) tarafından pek çok yazılı vesîka bırakılmıştır ve hepsine de "sünnet" denilmektedir.

Ama bunların hiçbiri tedvin kelimesiyle ifade edilen "yazma" işine girmez. Çünkü tedvînde hadîslerin tamamının yazılması söz konusudur. Öyle ise tedvînin daha mükemmel bir tarifini: "Hadîslerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî asırdaki yazma faaliyetidir." şeklinde yapabiliriz.

- TEDVİN NASIL BAŞLADI?

Tedvîn işi, Emevi halifelerinden Ömer İbnu Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehulllah), sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük alimlerin çeşitli sebeplerle birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin kaybolacağından endişe eder. Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut âlimleri hadîslerin yazılması işine sevk etmeyi düşünür. Bu maksatla, halife sıfatıyla valilere emirler, tamimler gönderir.

Ömer İbnu Abdilaziz'in gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen mektuptur:

“Beldende Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadîslerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'in sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz.''

İbnu Sa'd'ın kaydettiği rivayette Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu ziyadede bulunmuştur:

"....câri, bilinen bir sünnet veya Amra bintu Abdirrahmân'ın rivayetleri kabul edilsin..."

Dârimi'nın rivayetinde şu ziyâde mevcut:

“Sizce (veya bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den sabit ve sahih olan rivayetlerle Hz. Ömer'den sabit olan rivayetleri yaz."

Ebu Nuaym'm Târîhu İsfehan'da kaydettiğine göre Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine göndermiştir.

Şu halde tedvin işinden bahseden muhtelif rivayetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir fikre varabilmekteyiz.

Hadîslerin tedvininde Halîfe Ömer İbnu Abdilaziz'in bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvin'de en büyük hizmeti geçen ve bu faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührf'nin şu itirafını bir kere daha kaydetmek ister:

“Bizi bu ümera (idareciler) mecbur edinceye kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk. (Ümerânın müdâhale ve icbarıyla bu işe girişince) hiçbir Müslümanı yazmaktan men etmemek gerektiğine inandık.''

HADİSLERİN TOPLANMASINA SEVKEDEN SEBEPLER

Hadîslerin yazılıp kitaplar halinde bir yerde toplanmasına sevkeden gerçek âmilleri daha yakından görmekte fayda var:

1. Alimlerin ittifakıyla bunlardan biri, Ömer İbnu Abdilazîz'in mektubunda da ifâde edilen husustur: Ulemânın inkırazı ile hadîslerin yok olma endişesi: Bu gerçekten mühim bir husustur. Her ne kadar hadîsler ferdî olarak yazılıyor idiyse de çoğunlukla "Ezberlenmek için" yazılıyordu ve ezberlenince yakılıyordu veya ölürken, kendisinden yazılanların imhası tavsiye ediliyordu. Yukarıda Zühri’den kaydettiğimiz rivayet bile, hadîslerin yazılması hususunda, ilmî çevrelerdeki tereddüdü anlamaya kâfidir.

Üstelik bu dönem, siyasî çalkantıların, iç kargaşaların sıkça görüldüğü bir devredir. 95. hicrî yılında Haccâc-ı Zâlim tarafından öldürülen, devrin meşhur muhaddisi Said İbnu Cübeyr'in kaybı bile Ömer İbnu Abdilaziz'i "hadîsler kaybolacak" diye korkutmaya yeterli bir hâdisedir. Kaldı ki, aynı hâdiseler Talk İbnu Habîb'in ölümüne sebep olur, meşhurlardan Mücâhid kıl payı idamdan kurtulursa da hapse atılır.

2. Ömer İbnu Abdilaziz'in mektubuna açık bir şekilde aksetmemiş olsa bile, tedvine sevkeden ikinci mühim âmil, siyasî ve mezhebi ihtilaflar sebebiyle hadîs uydurma faaliyetlerinin artmasıdır. Bu hususu, Zührî (rahimehullah)'in şu sözleri tevsik ve teyîd eder:

"Eğer şark cihetinden gelen ve nezdimizde meçhul ve merdûd olan hadîsler olmasaydı, ne tek hadîs yazardım ne de yazılmasına izin verirdim."

Suyûtî Hazretleri, hadîs uydurma faaliyetlerinin tedvindeki rolüne şöyle parmak basmıştır:

"Ulemanın çeşitli beldelere dağıtıldığı, Haricîlerin ve RâfızîIerin uydurma ve bidatlarının çoğaldığı bir vakitte, sünnet. Sahabe 'nin akvâli ve fâbiî'nin fetvalarıyla karışık olarak tedvin edildi."

TEDVÎN'İN CEREYAN TARZI:

Rivayetler, Ömer İbnu Abdilazîz'in, meseleyi bir tamimle bırakmayıp, tedvîn çalışmalarını titizlikle takip ettiğini göstermektedir. Meselâ merkezde, bu işte çalışacak, hususî katipler tutulmuştur. Söz gelimi Hişâm İbnu Abdilmelik, Zühri'nin emrine iki kâtip vermiştir. Bunlar tam bir yıl boyu Zührî'nin hadîslerini yazmışlardır.

Tedvin faaliyetlerine, halife Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) bizzat katılmış, elinde defter kalem namazlara devam etmiş, namazlardan sonra teşkil edilen ders halkalarına oturarak Avn İbnu Abdillah'dan, Yezîb İbnu'r-Rakkâşî'den hadîs yazmıştır.

Tedvin sırasında, sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen rivayetler değil, Sahabe hazerâtından ve Tâbiîn'den rivayet edilen âsâr da bâzı muhaddislerce "sünnet" mefhumuna dâhil edilerek yazılmıştır.

Halife'nin emriyle taşrada yazılan hadîsler defterler hâlinde merkeze gönderilmekte, orada çoğaltılarak tekrar İslâm beldelerine yollanmaktaydı. Bu mühim hususu tevsik eden bir rivayet Zührî'den gelmektedir:

"Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) Sünnet'in cem edilmesini emretti. Biz de onu defter defter yazdık. Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) üzerinde hâkimiyeti bulunan her bir yere bunlardan bir defter yolladı."

Bu yollanan defterlerin, merkezdeki aslî nüshalardan çoğaltılan tâli nüshalar olduğu muhakkaktır.

Bazı rivayetler, merkezde toplanan hadîslerin, ulemâ nezâretinde belli bir kontroldan geçirildiğini ifâde etmektedir: Ebu'z-Zinâd Abdullah İbnu'z-Zekvân anlatıyor: "Ömer İbnu Abdilazîz'in fükahâyı topladığını gördüm. Ulema ona pek çok sünnet toplamıştı. (Bunları fukahâ ile birlikte okuyor) kendisiyle amel olunmayan bir sünnet zikredilince: "Bu fazladandır, üzerine amel yoktur." diyordu."

Yukarıda, merkezden taşraya gönderildiği belirtilen nüshaların bu kontrol muamelesinden sonra istinsah edilmiş olabileceği söylenebilir.

Tedvin faaliyetlerinin mühim bir hususiyeti, hadîslerin, sünen, sahîh veya müsned gibi herhangi bir tasnîf tarzında yazılmamış olmasıdır. Burada hadîsleri yazıya geçirmek, yazı ile tesbît etmek esas alınmıştır, şu veya bu tarzda şu veya bu maksada uygun olması değil. Bu sebeple, merfiı, mevkut ve maktu rivayetler sahîhi, baseni ve zayıfıyla birlikte iç içe, yan yana yazılmıştır. Bunların temyîz ve tanzimi müteakip asırda tebvîb devrî'nde ele alınacaktır.

EBU BEKR İBNU HAZM'İN ROLÜ:

Medine Valisi Ebu Bekr İbnu Hazm, devrinin büyük bir hadîs âlimi olmasına rağmen Ömer İbnu Abdilazîz'in emrine icabet ederek şahsen hadîs yazdığına dâir elimizde kayıt yoktur. O, vali sıfatıyla ulemâyı bu faaliyete icbar etmekle yetinmiş olabilir. Nitekim bu işi canıgönülden benimseyip birinci derecede rol oynayan Zühri, bir Medîne âlimidir ve Ebu Bekr İbnu Hazm'ın emriyle işe başlamış olması şüphe götürmeyen bir husustur.

Tedvin işinin meyvesini tam olarak görmeye Ömer İbnu Abdilazîz'in ömrü vefa etmemiş olsa da onun devrinde tedvîn edilenlerin istinsah edilerek taşra vilâyetlere gönderilecek bir seviyeyi bulduğunu bizzat Zührî'den intikal eden bir rivayete istinaden az önce kaydettik. Bu sebeple İslâm âlimleri, ilk tedvîn işinin Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullâh) zamanında, birinci hicrî asrın son yıllarında ele alındığında ittifak ederler.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Hadislerin bir çok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim?..

* * * 
Sünnet ve Hadislerin Bağlayıcılığı

Bu konuyu Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve alimlerin görüşleri doğrultusunda ele alarak işleyeceğiz.

1. Kur’an-ı Kerim: Hz. Peygamber (asm)’a Kur’an-ı Kerim dışında(1) vahiy geldiğini gösteren ayetler vardır.

Bunlardan bazıları şunlardır:

a. Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve Hikmet’i talim edip, bilmediklerinizi öğreten,(2) Allah’ın kendisine Kitab’ı ve Hikmet’i bildirdiği,(3) ifade edilen ayetlerde, Hz. Peygamber (asm)’a Kitab ile beraber bir de Hikmet’in verildiği anlaşılıyor.

Atıf, ma’tufa hem benzerlik hem de muğayeretlik/aykırılık manasını taşımaktadır. Bu itibarla, Kitab’tan kasıt Kur’an-ı Kerim olduğuna göre Hikmet’in başka bir şey olması lazım. Bunun da sünnet olma ihtimali hepsinden önce gelir.(4) Atıftan ma’tufa olan farklılığı bu benzerlik noktası ise ikisinin de Allah’ın bildirmesiyle olmasıdır ki ikisinin de kaynağı vahiydir.(5)

b. “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz.”(6) ayetinde belirtilen vaat, önceden Müslümanlara verilmiş ama ne olduğu ayette bildirilmemiştir. Bu da başka bir vahiyle haber verildiğinin delilidir.

c. “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip, bir kısmından da vazgeçmiştir. Peygamber bunu ona haber verince eşi, “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber, “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi” dedi.”(7) ayeti açıkça Kur’an dışında vahiy olduğunun delilidir. Zira verilen sırrın ifşasına dair bir açıklama Kur'an da olmadığı halde Hz.Peygamber (asm) bunu bilmektedir. Öyleyse bunu kendi kendine bilemeyeceğine ve Allah’ın bildirdiği ifade edildiğine göre, Kur'an içine girmemiş bir vahyin varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

2. Hadis-i şerifler:

a. Mikdad b. Ma’dikerib’in rivayetine göre Resulullah (asm), şöyle buyurmuştur: “...Bana Kitab ve onunla beraber onun gibisi verildi.”(8)

b. Kudsi Hadisler: (9) Bu tür hadislerde geçen, “Resulullah (asm), Rabbinden rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdu”, “Resulullah’ın (asm), rivayet ettiği hadiste Allah Teala şöyle buyurdu” denilmesi ve hadislerin “Ey kullarım” diye başlaması Hz. Peygamber (asm)’e Kur’an dışında vahiy geldiğinin delillerindendir.

c. Cibril Hadisi: (10) diye bilinen meşhur hadise. Cebrail (a.s) beşer suretinde gelmiş ve bazı sualler sorarak cevap almış, Hz. Peygamber (asm) de ashabına, bunun Cebrail (a.s) olduğunu ve dini öğretmek için geldiğini bildirmiştir.

d. Hz. Peygamber’in (asm), şüphesiz Rabbim Allah, bana vahyetti,(11) ben emrolundum, nehyolundum,(12) gibi ifadeleri ve Cebrail (a.s)’ın bazı şeyleri kendisine öğrettiğini bildirmesi de,(13) Kur’an dışında vahyin varlığına açık delillerindendir.(14)

Ayrıca bir Yahudi’nin sorularına cevap veren Hz. Peygamber (asm)’in “Aslında bunları bilmiyordum. Ancak Allah onları bana bildirdi.”(15) buyurması da konuyu destekleyen diğer bir husustur.

3. Alimlerin görüşleri:

Ashab-ı Kiram (r.a.) Peygamber Efendimiz (asm)’ın uygulamalarından, izahlarından ve ifadelerinden Kur'an dışında vahiy aldığını biliyorlardı. Bunu birçok defalar ifade etmişlerdir. Alimler de Kur'an, hadis ve ashabın ifadeleri doğrultusunda sünnetin kaynağı hakkında fikir ve beyanda bulunmuştur; hepsi olmasa bile sünnetin kaynağının vahye dayandığını ifade etmişlerdir.

Hz. Aişe (r.a) validemiz, Hz. Hatice (ra) hakkında vahiy geldiğini ifade eder ve O’na cennetten bir köşk verildiğinin bildirildiğini söyler.

Rivayetlerde geçen, Cibril, Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti de indirdi.(16) Ayrıca komşuya iyi davranmayı, abdest almayı, namaz kılmayı, telbiyenin yüksek sesle yapılmasını, kutlu akik vadisinde namaz kılınmasını, namazların vakitlerini, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m) gireceği cennet kapısını, seyyidü’s-şüheda olan Hz. Hamza (r.a)’ın adının sema ehli tarafından levhalaştırılması(17) gibi bilgilerin Cibril (a.s) vasıtasıyla alması da Kur'an dışında vahiy olduğunu gösterir.

Tavus ise, bizzat vahiy yoluyla inmiş bulunan diyetlere dair bir yazılı metine sahip olduğunu ve zekat ve diyetle ilgili hükümlerin vahiyle geldiğini belirtir.(18)

Evzâi, “Sana Resulullah (asm)'dan bir hadis ulaştığında sakın ha başka bir şeyle hükmetme; Çünkü Resulullah (asm), Yüce Allah’tan bir tebliğciydi.” diyerek,(19) sünnetin vahye istinad ettiğini ifade etmiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu konuda önemli açıklamaları olanlardan biri de İmam Şafii’dir.(20) Konuyu ilmine güvendiği bir zata dayandırdığı ve kendisinin de kabul ettiği anlayışa göre Sünnet; ya vahiydir, ya vahyin beyanıdır, ya da Allah’ın kendisine tevdi etmiş olduğu bir durumdur. Bu da kendisine has kıldığı nübüvvete ve buna dayalı olarak ilham ettiği hikmete dayanır. Şu halde hangi durum esas alınırsa alınsın, Allah, insanların Rasullah’a itaatını emretmiş, sünnetin gereği ile amel etmelerini istemiştir. Sünnet’in Kur'an’ı açıklaması, ya Allah’tan gelen Risalet yoluyla, ya ilhamla ya da kendine verilmiş “emir” ile gerçekleşir.

Aynı kanaatleri paylaşan İbn Hazm, Sünneti, vahy-i gayri metluv olarak ifade eder ve vahy-i metluv olan Kur'an’a uymamız gerektiği gibi, ikinci vahiy olan sünnet’e de uymamızın esas olduğunu belirtir. Zira bağımlılığı ve Allah’tan olmaları bakımından ikisi de aynıdır .(21)

Gazali Hazretleri de sünnetin vahye istinad ettiğini ifade ile vahy-i gayri metluv olduğunu belirtir.(22)

Sünnetin tamamı vahiy olarak kabul edilirse, Hz. Peygamberin (asm) nasıl Kur'an-ı Kerim’i değiştiremiyorsa, sünneti de değiştiremeyeceği anlamı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.(23)

Kur'an gibi, sünnetin de tamamı vahye istinad ediyor, anlayışı içinde, önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Şayet, Hz. Peygamber (asm), her hadise ve olayda, Kur'an ayeti gibi, sünnet vahyini bekliyorsa, bu durumda O’nun içtihatları, istişareleri nasıl değerlendirilecektir. Elbette vahyi beklediği zamanlar olmuş, ama hayatın her safhasını böyle düşünmek ve değerlendirmede bulunmak bizi sıkıntıya sokacaktır.

İşte bu gibi durumlar bazı alimleri, sünnetin tamamının değil de bir kısmının vahye, bir kısmının da içtihat ve istişare gibi durumlara dayandığı kanaatine sevk etmiştir.

Mesela İbn Kuteybe, sünnet’in kaynağını üçe ayırarak şöyle der:

a) Cebrail’in Allah’tan getirdiği sünnet.(24)
b) Allah’ın Resulüne (asm) bıraktığı; re’yini açıklamasını istediği sünnet.(25)
c) Resulullah (asm)’ın, bize âdab için kıldığı sünnet. Bunlar yapıldığında sevap alınıp, terkinde ise ceza olmayan sünnettir.(26)

Benzer görüşü benimseyen Hanefilerden Serahsi, Hz. Peygamber (asm)’ın, re’y ve içtihat sonucu ulaştığı neticelerin, vahiy mesabesinde olduğunu belirtir:

Vahiy iki kısımdır:

1. Zahir vahiy: Bu da üçe ayrılır.

a) Melek lisanıyla gelen, kulakla algılanan ve Allah’tan geldiği kesin bilinen vahiy. Bu kısım Kur'an vahyidir.

b) Kelamsız, melek tarafından yapılan işaretle Hz.Peygamber (asm)’e açıklanan vahiydir.(27)

c) İlhamdır. Bu da, Resulullah (a.s.M)’ın kalbinin en ufak bir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde ilahi te’yide mazhar olmasıdır. Onun kalbine bir nur doğar, meselenin hükmü açıkça belli olur.

2. Batınî vahiy: Buna “ma yüşbihu’l-vahy” diyen Serahsi, Resulullah’ın (asm), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu söyler. O’nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (a.s.m)'in içtihadı mesabesinde değildir.(28)

Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (asm)’ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (asm)’ın davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse tamam. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir.

Şatıbi ise şöyle der:

Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (asm) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber (asm)’in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur.(29)

Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler pek de ifrat etmiş olmuyorlar. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya ibka ediliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah (asm)’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de belirtelim.

4. Vahyi Takriridir

Sünnet’i tarif ederken bir kısmının da takriri sünnet dediğimiz, Hz. Peygamber (a.s.m) huzurunda yapılıp da gördüğü veya duyduğu halde susması veya tasvip buyurmasıdır.(30) Yani Ashabı Kiram gerek önceki Cahiliye döneminden kalma bazı uygulamaları, gerekse kendi anlayış ifadeleri olarak yaptıkları konuşma, davranış gibi hususlardan birini Hz. Peygamber (asm), gördüğünde veya duyduğunda onları bazen düzeltiyor, bazen değiştiriyor, bazen da seslenmiyordu. Ashabı Kiram O’nun bu susmasını tasvip olarak değerlendiriyordu. Zira ümmetin yaptığı bir hatayı aynen bırakması, Hz. Peygamber (asm) adına uygun olmazdı. Bu sebeple O’nun susmaları bile o fiil veya sözün yanlış olmadığı anlamına geliyordu.

Ashab (r.a), Hz. Peygamber (asm)’ın kontrolünde olduğu gibi, Resulullah (asm) da İsmet sıfatının(31) bir gereği olarak, devamlı vahyin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla O’nun hatasının düzeltilmeden bırakılmayacağı(32) ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen yapılacağı(33) bilinmelidir. Bu özelliğiyle Hz. Peygamber (asm) bütün insanlardan ve içtihada ehil olanlardan ayrılmaktadır.

Daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce bile bazı davranışlarından dolayı ikaz edildiği bilinmektedir.(34)

Bir defasında, Kureyş çocukları ile oyun oynarken izarını çıkarıp taş taşımak istemiş, ancak bu durumdan şiddetle menedilmiştir. Yine zemzem kuyusunun tamiri için amcası Ebu Talib’e yardım maksadıyla izarını çıkarıp üzerine taşı koymak istemiş, fakat baygınlık geçirmiştir. Kendine geldiğinde ise, üzerinde beyaz elbise olan birinin örtünmesini istediğini söylemiştir.(35)

Vücudunun görülmesi uygun olmayan hususlar için muhafaza edildiği gibi, o günün toplumunda görülen bazı nahoş uygulamalardan da korunmuştur. Kendi ifadesiyle, düğün gibi yerlerde yapılan oyun ve eğlencelere bakmak istemiş, ancak onları duyamamış ve uyuya kalmış, ondan sonra da peygamberlikle vazifeleninceye kadar kötülüğe bulaşmamıştır.(36)

Henüz peygamber değilken ve ümmetine ve insanlığa örnekliği kesin olarak belirtilmemişken, böyle koruma altında olan bir zatın, bütün yönleriyle ümmetine ve insanlığa nümune olduğu bir dönemde muhafaza edilmemesi, hatalı ve eksik bir durum varsa düzeltilmemesi(37) düşünülebilir mi?

Nitekim Kur'an-ı Kerim’de bunun misallerini görmekteyiz. Hz. Peygamber (asm) vahyi muhafaza için endişe etmiş, ancak Allah Teala, buna mahal olmadığını bildirerek endişesini gidermiştir.(38)

İnsanların hidayete gelmeleri, Allah’ın emrine uymaları hususunda O’nun vazifesinin yalnız tebliğ olduğu, vahyin ancak Allah’ın dilemesiyle olacağı, sonucu Allah’ın dilemesine bağlı olduğu(39) gibi hususlarda uyarılmış; mağfiret dilediği amcası Ebu Talib hakkında, ikaz edilerek dua etmekten men edilmiştir.(40)

Diğer taraftan, Uhud Savaşı'ndan sonra düşmanlarına lanette bulunmaktan(41) ve Hz. Hamza (r.a)’a yapılan muamelelerden sonra müsle yapmak arzusundan(42) da vazgeçirilmiştir.

Ayrıca, Bedir Savaşı'nda elde edilen esirlerle ilgili fidye karşılığı salıverilme fikrinden dolayı uyarılmış,(43) münafıklarla ilgili onları kazanma arzusuyla yaptığı uygulamadan men edilmiş(44), esirlerin arzusu için Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması sebebiyle de ikaz edilmiştir.(45)

Bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber (asm)’ın yaptığı bazı tasarruflarının rızayı İlahi’ye muvafık olmadığı durumlarda tashih edildiğinin açk göstergeleridir. Allah Teala, O’nu, önce muhayyer bırakıyor ve içtihat etmesini, ashabıyla istişare eylemesini istiyor. Sonuçta Allah’ın rızasına uygun ise öylece kalıyor, değilse tashih ediliyordu. Nitekim, önce müşrik çocuklarının babaları hükmünde olduğunu beyan edip, sonra cennetlik olduklarını söylemesi, ilk önceleri kelerin, meshe uğramış Yahudiler olduğunu söylemesi sonra bu görüşünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, kabir azabı hakkındaki görüşün Yahudi fitnesi olduğunu söyledikten sonra, vahyin uyarısıyla kabir azabının varlığını beyan edip, dualarında ondan Allah’a sığınması gibi hususlar,(46) Kur'an vahyi dışında da kendisinin uyarılıp tashih edildiğini göstermektedir.

İşte Resulullah (asm)’ın huzurunda yapılan veya haberdar olduğu bir fiil, hareket veya sözü yanlış olarak devam ettirmesi mümkün olmadığı ve bu tür takriri sünnetin ümmet için örnek olması kesin olduğu gibi, Allah’ın huzurunda Resulullah (asm)’ın yaptığı davranış ve fiillerin de yanlış olarak devam etmesi söz konusu değildir ve bütün hayatı boyunca ondan sudur eden her şey daha da evleviyetle bizim için örnektir.

Şu halde, Alim, Habir, Semi, Basir, Hakim olan Allah (c.c), Peygamber Efendimiz (asm)’den sadır olan her türlü söz, fiil ve davranışı ya tashih etmiştir, ya da aynen devam ettirmiştir. Bu dokunmayıp devam ettiği şeylere ister Hanefi ulamasının dediği gibi batınî vahiy diyelim,(47) isterse takriri vahiy diyelim, neticede Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetinin vahye dayandığını ifade edebiliriz.

Bundan hareketle, Hz. Peygamber (asm)’in içinde bulunduğu toplumun bazı örf ve adetlerini aynen devam ettirmesi, Allah’ın kontrolünden geçtiği ve bir nevi vahyi takriri olması sebebiyle, onlara sadece birer adet ve gelenek olarak bakmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Zaten o uygulamaların temelden Hz. İbrahim (a.s) veya başka peygamberlere dayandığını önceden ifade etmiştik.

Şu halde Hz. Peygamber (asm)’in sergilediği davranış ve hareketler, aynıyla Cahiliye de bulunsa bile, yanlış olsaydı, mutlaka vahiy tarafından tashih edilecekti. Tashih edilmeyenler ise tasvip edilmiş demektir denilebilir.

DİPNOTLAR:

1. “O kendilğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy ile dir.” ayetinden kastedilenin yalnız Kur’an olduğu söyleniyorsa da, sünneti de ithtiva ettiğini belirten alimlerimiz vardır. Mesela, Elmalılı bu ayeti “O, yani Kur’an veya Onun nutku ancak bir vahiydir. Başka türlü söylenemez. Yalnızca vahyolunur.” diye tefsir ederek Sünnetinde vahiy edildiğine işaret etmiştir. (Yazır, Hak Dini VII, 457); Krş. Kurtubî, Tefsir, XVII,84-85; Aydınlı, Abdullah, Sünnetin Kaynağı Hakkında, Din Öğretimi dergisi, Sayı 37, Ank, 1992, s.48; Kırbaşoğlu, Sünnet, 236 vd.
2. Bakara, 48; Ali İmran, 164.
3. Nisa, 113; Cuma, 2.
4. Hikmet’ten kastın sünnet olduğunu söyleyenler için bk. Hasan el-Basrî, Katade, Yahya b. Kesir, (Suyuti, Miftahu’l-Cenne, s.23); İmam eş-Şafii, er Risâle, 32,78,93.
5. Kur’an ve Sünnet’in vahiy olması, aralarındaki farkın ne olduğu sorusunu akla getirmiştir. Aralarında mahiyet farkı olmadığı bu ayetten anlaşılıyor. Ancak biri vahy-i metluv, diğeri vahy-i gayri metluvdur. Suyuti bu hususu şöyle özetler: Allah’ın kelamı iki kısımdır. Allah Cibrile, “Peygamber’e Allah sana şunu şunu emrediyor, de.” Buyurur. Cibril’de muradı İlahiyi anlar ve Peygamber’e iletir. Bu aynen bir hükümdarın güvendiği birisini kendi namına elçi olarak tebasına göndermesi ve elçinin de hükümdarın arzusunu kendi ifadesiyle iletmesi gibidir. Diğeri ise Allah Cibril’e “Peygamber’e git ve şu kitabı ona oku” buyurur. O da aynen harfi harfine ona okur. İşte Kur’an vahyi ikinci kısma, sünnet vahyi birinci kısma benzemektedir. Bu yüzden Sünnetin manasıyla rivayetinin de caiz olduğunu söyler. Suyuti, el-İtkân, I,45; bk, Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, s.261-262; Karaman, Hadis Usulü, s.9-10.
6. Enfal, 7.
7. Tahrim, 3.
8. Hadisin başında, Kur’an’da bulduğumuzu alırız, onda olmayanı almayız diyecek bir takım insanların geleceğinin bildirilmesi, sonra da sünnetin verildiğinin belirtilmesi konumuz açısından önemlidir. bk. Ebu Davud, Sünne, 6.
9. Kudsi, ilahi veya rabbani, adıyla ifade edilen bu hadisler, Allah’a (c.c) nisbetle söylenmiştir. Hem lafzı hem de manasının Allah’a ait olduğu veya aynı diğer hadisler gibi manası Allah’tan, lafzı Peygamberimiz (asm)'den olduğu ancak ümmetin dikkatini çekmek açısından böyle ifade edildiği gibi anlayışlar vardır. bk. El-Hadis, ve’l-Muhaddisun, s.18; Kavaidu’t-Tahdis, s.64 vd.
10. bk, Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davut, Sünnet, 16; Tirmizi, İman,4.
11. Müslim, Cennet, 63-64; bk, Aydınlı, Sünnetin Kaynağı, s.50-51; Toksarı, Sünnet, s.98-99; Ebu Davud, Edeb, 48.
12. Müslim, İman, 32-36; bk, el-Münavî, Feyzu’l-Kadir, VI, 289-290.
13. Örnek için bk, Müslim, Cenaiz, 1; Tirmizi, İmam, 18; Cihad, 32.
14. Bazı araştırmacılar, vahy ifadesinin geçtiği hadisleri, mana ile rivayet edildiğinden, genel olarak hadislerin vahyedildiğine delil teşkil etmeyeceğini iddia etse bile (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.1, s.1, s.55 vd.) bir başka makalesinde, Yüce Allah’ın Kur'an dışında, Hz. Peygamber (asm) ile iletişim içinde olmadığını söylememiz mümkün değildir. Diyerek, Rasulullah (asm)’ın tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirildiğini söyler. Ancak buna Hikmet demenin daha doğru olacağını söyler. (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.III, s.1., s.184.
15. Müslim, Hayız, 34.
16. Buhari, Nikah, 108.
17. Sırasıyla bk, Suyuti, Miftah, 29; Müsned, II, 85,160; Buhari, Edeb, 28; Müslim, 1,140; Ebu Davud, Menasik, 24,27; Tirmizi, Hac, 14; Ebu Davud, Salat, 2; Buhari, Bedu’l-Halk, 6; Ebu Davud, Sünnet, 9; Müsned, I, 191; İbn Hişam, Sire, III, 101-102.
18. Suyuti, Miftah, 29.
19. Abdülğani Abdülhalik, Hucce, 337; Sünnet’in vahye dayandığı hususunda icma olduğu söylenir. bk, a.e., s.338; Hasan b. Atıyye’nin de Sünnet’in Kur’an gibi vahye dayandığını söylediği rivayet edilir. Darimi, Mukaddime, 49.
20. Vahyi Metluv Kur'an, vahyi ğayri mevlut sünnet tir diyen Şafii hazretleri, Sünnetin Kur'an’ı Kerim’de geçen “hikmet” olduğunu söyler. (er-Risale, 3-4,10; el-Ümm, V, 127,128.)
21. İbn Hazım, el-İhkam, 93; Krş. Kırbaşoğlu, Sünnet, s.260-261.
22. Gazali, Mustasfa, I, 83; Hattabi’nin de aynı kanaatte olduğu hk. bk. Hattabi, Mealimu’s-Sünen, V, 10.
23. Çakan, İ.Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İst, 1982, s.96.
24. Bir kadının teyzesiyle ve halasıyla aynı nikah altında bulunamayacağını ifade eden hadis bu kabildendir. Buhari, Nikah, 27; Müslim, Nikah, 37-38.
25. İpek elbise giymek haram olduğu halde, hastalığından dolayı Abdurrahman b. Avf’a (r.a) Hz. Peygamber’in müsaade etmesini misal verir. bk. Buhari, Cihad, 91; Libas, 29; Müslim, Libas, 24-26.
26. İbn Kuteybe, Ebu Muh. Abdullah, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis, Beyrut, 1972, s.196 vd.
27. Ruhu’l-Kudüs kalbime üfledi, gibi ifadeler bu kabilden vahiydir. İbn Mace, Ticaret, 2; Beyhaki, Sünen, VII, 76; Suyuti, Miftah, 30.
28. Serahsi, Şemsuddin, Usulü’s-Serahsi, Beyrut, 1973, II, 90-96.
29. Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bkz, Abdülgani, Hucce, s.334 vd.
30. bk, Aydınlı, Istılah, 148; Ayrıca bk. Buhari, İ’tisam, 24.
31. Peygamberlerin sıfatlarından olan ismet, Onların küfürden, Allah’ı bilmemekten, yalan söylemekten, hata etmekten, yanılgıya düşmekten, ihmalden, şeriatın tafsilatını bilmemekten uzak olduğu, bunlardan masum bulunduğu demektir. Hata üzere devam etmelerinin de mümkün olmadığı anlamındadır. bk, Gazali, Mustasfa, II, 212-214; Sâbûni, Maturidiyye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, Ank. 1979, s.212-212; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Abdülgani, Hucce, 108 vd.
32. Serahsi, Usul, II, 68.
33 Sabuni, Maturidiyye, 121; Abdülğani, Hucce, s.222; İbn Teymiyye’nin Peygamberlerin hata üzere bırakılmayacağı görüşü için bkz. Abdülcelil İsa, İctihadü’r-Rasül, Mısır, ts. S.33.
34. Allah’ü Teala’nın, O’nu (a.s.m) Cahiliye pisliklerinden muhafaza etmesi hk. bk. İbn sa’d, Tabakat, I, 121; Ebu Nuaym, Delâil, I, 129; Beyhakî, Delaîl, I, 313.
35. Ebu Nuaym, Delail, I, 147; Ayrıca bkz, Buhari, I, 96; Müslim, I, 268; Beyhaki, Delail, I, 313-314.
36. bk. Taberi, Tarih, II, 196; Ebu Nuaym, Delail, I, 143; Beyhaki, Delail, I, 315; Bir defasında O’nu (a.s.m) zorla bir eğlenceye götürmüşler, ancak O kaybolmuş, daha sonra ortaya çıkınca demiş ki; Beyaz ve uzun boylu bir adam bana; “Ey Muhammed! Sakın o puta el sürme, geriye dön” dedi. Krş. Müsned, II, 68-69; Köksal, İslam Tarihi, II,117-121.
37. Geniş bilgi için bk. Serahsi, Usul, II, 91; Gazali, Mustasfa, II,214; Sabunî, Maturidiyye, s.121; Abdülğani, Hucce, 221-222; Abdülcelil İsa, İctihad, s.31-33; Çakan, İhtilaflar, s.96,113; Erdoğan, Sünnet, 192 vd.
38. Kıyamet, 16-17.
39. Sırasıyla bk. Gaşiye, 21-22; Hud, 12; Kehf, 23; Kasas, 56; Yunus, 99; Şuara, 3.
40. Tevbe, 113.
41. Tirmizi, Tefsir, sure 3/12; Ali İmran, 128; Abdülcelil İsa, İctihad, s.95.
42. Hz. Hamza’nın Kulak burun gibi organları kesilmiş, ciğeri sökülmüştü. İbn Hişam, Sire, III, 101-103. Ayet için bk. Nahl, 126-127.
43. Enfal, 67-68. bk. Abdülğani, Hucce, 185.
44. Tevbe, 88, 84; bk. İbn Kesir, Tefsir, II, 378; Abdülcelil İsa, s.105.
45. Tahrim, 1-2.
46. bk. Abdülcelil İsa, İçtihad, s.59-66.
47. bk. Serahsi, II, 90-91; Tehanevi, Muh.Ali b. Ali, Keşşafu İstilahati’l-Fünün, İst, 1984, II, 1523.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

https://sorularlaislamiyet.com/hadislerin-yazilmasi-toplanmasi-tedvini-gunumuze-kadar-ulastirilmasi-ve-sunnetin-baglayiciligi

A.OKTAR İSRAİL İLİŞKİLERİ

 A.OKTAR İSRAİL İLİŞKİLERİ https://www.videoindirelim.com/islam-birligi-adnan-oktar-israil-ile-olan-iliskileri--1528504.html