Hadislerin birçok raviden geçtiğini dikkate alırsak, hadislere neden güvenelim ve neden hadis inkarcılığı yapmayalım?
- Hadislerin bir sürü raviden geçtiğini, sahih hadislerin ravilerine her zaman güvenmemiz gerektiği?(bu işaret bilinçli konulmuştur.) ravilerin belli sayıda muhaddisin gözleminden geçtiğini, bu gözlemlerin de ne kadar gerçekçi sonuç verebileceğini (40.000 civarında hadis muhtemelen yüz binlerce ravi demek, bunların güvenilirliğini araştıran imamların sayısı da herhalde birkaç bini aşmaz; bahsettiğim imamlar hadisleri toplayan imamlardır. Birkaç bin imam yüz binlerce ravinin hayatlarında neler yaptıklarını nasıl bilebilir? Ki bu sika ravidir diyebilsinler. Hem imamların güvenilirliğinden nasıl eminiz?) ve bazı hadis kitaplarının asıl nüshalarının bile olmamasını göz önünde bulundurursak, neden hadis inkarcılığı yapmayalım?
CEVAP:
Cevap 1:
- İnsanlık tarihinin hiçbir devrinde, hadisler için kullanılan “ananeli/senetli” haber sistemi kullanılmamıştır. Bu sistemdeki haberlere inanmayanın başka hiçbir tarih bilgisine inanmaması gerekir.
- Bu senet zinciri içerisinde yer alan ravilerin kısa hayatları, doğumları, ölümleri, kimden hadis rivayet ettikleri, otorite kabul edilen alimlerin haklarındaki kanaatlerini yazan önemli RİCAL kaynakları vardır. Bu kaynaklar şu anda basılmış ve ortadadır. Böyle özel bir gayretle sırf hadislerin sıhhat veya zaaf yönlerini ortaya koymak için gecesini gündüzüne katan takva sahibi büyük İslam alimlerinin bu çalışmalarına güvenmeyen kimse, başka hangi ilim kaynağına inanabilir ki?
- Her bir ravi sadece bir hadis rivayet etmemiş ki, ravilerin sayısının çokluğundan şikâyet edilsin ve bunların hayatlarının tespitinin zorluğundan söz edilsin... Bir tek ravi bazen onlarca hadisin senedinde yer almaktadır. Örneğin; Hz. Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Hz. İbn Mesud, Hz. İbn Ömer, Hz. İbn Amr b. As, Hz. Enes, Hz. İbn Abbas gibi sahabelerden yüzlerce, binlerce hadis rivayet edildiği gibi, tabiin ve tebe-i tabiinden de yüzlerce hadis rivayet eden alimler vardır.
- Her asırda belli bazı kimseler çok büyük alim, çok dürüst, yalana asla tenezzül etmeyen, Allah’tan çok korkan kişiler olarak tanınırlar. Ve toplumun bu kabulü yüzde yüze yakın bir oranda isabetli olur. Mesela: Dört Mezhep imamları, Abdulkadir Geylanî, Şah-ı Nakşibend gibi zatlar hem kendi asırlarında hem de daha sonraki asırlarda çok büyük, salih, takvalı kimseler olarak bilinmiş ve bu kanaati yanlış çıkaran hiçbir vukuatları da olmamıştır. Keza, İmam Gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman Said Nursi ve benzeri büyük insanların, bilerek Hz. Peygamber (asm)'e iftira edebileceklerine ihtimal vermek aklıselimin kabul etmeyeceği bir husustur.
- Acaba, hayatlarının şahadetiyle Allah’tan çok korkan, çok ibadet eden, bunun yanında Hz. Peygamber (asm)'in sözlerinin sarrafı olmuş hadis âlimlerinin, bilerek Allah Elçisine iftira etmeleri veya kötü olduklarını bildikleri halde bazı ravilere torpil geçmeleri, iyi olduklarını söylemeleri mümkün mü?
- Hadis kaynaklarında en meşhur olan hadislerin başında,
“Kim bilerek bana yalandan bir söz isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”
manasındaki hadis-i şerif gelir. Acaba bu hadisi her an karşılarında bulan takva sahibi alimlerin, bilerek buna aykırı davranmaları mümkün mü?
- Kur’an’da Hz. Peygamber (asm)'e Kur’an’ın metnini tebliğ etme görevi yanında onun manasını açıklama görevi de belirtilmiştir.
“Resulüm! Sana bu Zikri/Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl, 16/44),
“Resulüm! Sana bu kitabı indirmemiz, sırf onların, hakkında ihtilaf ettikleri gerçekleri açıklaman ve sırf iman edecek kimselere hidayet ve rahmet olması içindir.” (Nahl, 16/64)
mealindeki ayetlerde bu husus açıkça vurgulanmıştır.
Buna göre, Hz. peygamber (asm)'in Kur’an’ı tebliğ görevi yanında -ilgili ayetleri açıkça zikrederek veya zikretmeyip gereken hususları- açıklamak gibi zorunlu bir tebyin/açıklama görevi de vardır.
İşte Hz. Peygamberin ister fiili, ister kavli, ister takriri olsun yaptığı açıklamalar sünnet literatürünü; sünnet ise hadis literatürünü meydana getirmiştir. Bu literatürde yer alan kişilerin muteber olup olmadıkları için hayatları didik didik edilmiştir. Ravinin hıfzında veya adaletinde en ufak bir leke gördükleri takdirde ilmi şöhretine aldırmadan cerh etmişlerdir.
- Ümmetin en akıllı, en zeki, en bilgili, en takvalı, en ibadetçi, en dürüst olmakla şöhret bulmuş binlerce İslam aliminin kabul ettiği bir hakikati kabul etmemenin izah edilecek hiçbir tarafı yoktur. Nefsimizin evhamlarına saplanıp güneş gibi ortada olan sahih hadislerin varlığını inkâr etmek yerden göğe kadar bir haksızlıktır.
- Şunu unutmayalım ki, bilerek Hz. Peygamber (asm)'in söylemediği bir sözü ona isnat etmek ne kadar çirkin ise, onun söylediği bir sözü de -doğru bulmayarak- onu inkâr etmek de o kadar çirkindir.
Cevap 2:
Hadislerin tesbiti ve korunması Hz. Peygamber (asm) zamanında başlamış, hem ezberlenerek hem yazılarak hem de hayata geçirilerek ve uygulanarak muhafaza edilmiştir:
Hadis, Hz. Peygamber (asm)'in sözlerini, fiillerini ve tasviplerini ifade eden bir terimdir. Aynı zamanda hadisleri tesbit, nakil ve anlamaya yönelik bir ilim dalıdır.
Etimoloji ve Kapsam
Kendi sözleri hakkında hadis kelimesini ilk defa Resûl-i Ekrem'in kullandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ebû Hüreyre'nin, kıyamet gününde kendisinin şefaatine ilk önce kimin nail olacağını sorması üzerine Resûlullah.
"Ey Ebû Hüreyre! Hadise olan merakını bildiğim için bu hadis hakkında ilk soruyu senin soracağını tahmin ediyordum." demiştir. (Buharı, "İlim", 33; "Rikâk", 51)
Kadın sahâbîlerin, Hz. Peygamber (asm)'den,
"Senin sözünden (bihadîsike) sadece erkekler faydalanıyor." (Buhârî, "İtisâm", 9)
diyerek, kendileriyle sohbet etmek üzere bir gün ayırmasını isterken hadis kelimesini kullanmalarını tasvip etmiş, sahabe devrinde ve daha sonraki dönemlerde bu kelime, Resûl-i Ekrem'in sözleriyle onun fiillerini ve tasviplerini bildiren haberler anlamında kullanılmıştır.
Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resûlullah (asm)'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis âlimleri arasında daha fazla kabul görmüştür.
Hadisin Önemi
Hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, böylece onlar için hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîmin kendisine indirildiği (Nahl, 16/44, 64) bir peygamberin sözü olarak, üstün bir değer ifade ettiği gibi, Kur'an'ı herkesten iyi anlayan ve âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah Resulü'nün görüşü olarak da büyük önem taşır.
Hz. Peygamber (asm)'in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygulanışını gösterdiği ilâhî emirlerin başında namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler gelir. Namazların hangi vakitlerde, kaçar rek'at ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekâtın hangi mallardan, ne kadar verileceği, haccın nasıl yapılacağı gibi hususlar Kur'an'da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmıştır. İslâm hukukunun birçok meselesi hadislerde verilen bilgilerle çözüme kavuşturulmuştur.
Ayrıca Kur'an'da birkaç türlü yorumlanabildiği için mânası kolayca anlaşılmayan (müşkil) âyetler, şirkin "zulüm" kelimesiyle tefsir edilmesinde olduğu gibi, geniş kapsamlı ifadeler ile daha dar anlamların kastedildiği âyetler de hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir.
Hadisler aynı zamanda Kur'an'da yer almayan birçok meseleye açıklık getirmiş, bu konulardaki uygulama şekillerini göstermiştir. Meselâ, bir kadının âdet halinde kılamadığı namazları kaza etmeyeceği, bir erkeğin hanımının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı dolayısıyla evlenilmesi haram olan kimselerle süt yakınlığı sebebiyle de evlenmenin haram olduğu gibi hususlar, ayrıca şuf’a hakkı ile ilgili hükümler, nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Hz. Peygamber (asm) tarafından halledilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de temas edilmekle beraber, hakkında fazla bilgi verilmeyen âhiret hayatıyla ilgili hususlar, kabir hayatı, yeniden dirilme, mahşer, hesap, mîzan, cennet ve cehennemdeki hayat gibi konular da hadisler sayesinde öğrenilebilmektedir. Ahlâkî faziletler, manevî ve ruhî gelişimi sağlayacak kurallar, düzenli bir aile hayatı için gerekli olan davranış biçimleri, insanlar arasında içtimaî ve ticarî münasebetleri düzenleyen hükümler, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler vb. konularda da hadislerde geniş bilgi bulunmaktadır.
Otuzdan fazla âyette Hz. Peygamber (asm)'e itaatin emredilmesi ve özellikle,
"Resulün size verdiğini alın, yasakladığından da sakının." (Haşr, 59/7)
şeklinde kesin bir talimatın bulunması, Kur'an'da açıkça zikredilmeyen hususlarda Resûl-i Ekrem'in ortaya koyduğu uygulamanın benimsenmesi gerektiğini göstermektedir.
Allah ile Peygamber'in verdiği hükümlere Müslümanların aykırı davranma muhayyerliğinin bulunmadığını (Ahzâb, 33/36), aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Peygamber'i hakem tayin edip onun verdiği hükme gönül hoşnutluğu ile boyun eğmedikçe iman etmiş sayılmayacaklarını (Nisâ, 4/65), Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlarla Allah'ı çok zikredenler için Resûlullah'ın güzel bir örnek olduğunu (Ahzâb, 33/ 21) belirten âyetler, Hz. Peygamber (asm)'in söz ve fiillerinin Müslümanlar için vazgeçilmez bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır.
“Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilmediğin şeyleri öğretti." (Nisâ, 4/113) ve
"Evlerinizde okunan Allah'ın âyetleriyle hikmeti hatırlayıp üzerinde düşünün." (Ahzâb, 33/34)
mealindeki âyetlerde Kur'an ile birlikte anılan hikmetin, özellikle Kur"an ile yan yana zikredildiği zaman Resûlullah (asm)'ın kavlî ve fiilî sünnetini belirttiği kabul edilmektedir. (Şâfiî, er-Risale, s. 78, 93, 103)
Allah'a imanı ve itaati emreden âyetlerde Resûlullah'a iman ve itaatin de şart koşulması âlimlerin bu kanaatini pekiştirmektedir.
Bazı hadislerde yer alan. "Allah şöyle buyurdu" veya "Rabbim bana şöyle emretti" gibi ifadeler, Resûl-i Ekrem'in bazı hadislerinin vahiy mahsulü olduğunu göstermektedir. "Kudsî hadis" diye anılan bu nevi rivayetlerin, aynı hadis kitabının değişik bahislerinde tekrarlandığı veya bir başka hadis kitabında yer aldığı zaman onun kudsî hadis olduğunu gösteren, "Allah şöyle buyurdu" ifadesinin görülmemesi, kudsî hadislerin tesbit edilemeyecek kadar fazla olduğu kanaatini uyandırmaktadır. (İbn Hacer, Fethu'l-bârî, 1, 174)
Kur'ân-ı Kerîm yanında hadislerin de vahiy ürünü olduğuna dair görüşün en azından Hassan b. Atıyye'ye (ö 130/748) kadar gittiği bilinmektedir. (Dârimî, "Mukaddime", 49)
İslâm âlimlerinin büyük bir kısmıyla birlikte aynı görüşü benimseyen İmam Şafiî Kur'an'ı vahy-i metlüv (okunan vahiy) saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i metlüv (okunmayan vahiy) denilmiştir. Ancak hadisler anlamla birlikte lafzın da Allah'a ait olmaması, hem lafzı hem manasıyla mûciz olmaması, bizzat Hz. Peygamber (asm)'in emriyle tamamının yazıya geçirilmemesi ve ibadet maksadıyla ezberlenip okunmaması bakımından Kur'an'dan ayrılmaktadır.
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre hadislerin lafızları Peygamber (asm)'e, mâna ve mefhumu Allah'a aittir. Bu sebeple kutsî ve nebevi hadislere vahy-i gayr-i metlüv yanında "vahy-i hafi" de denilmiştir. Muhammed Hamîdullah'a göre Resûl-i Ekrem Allah'ın gönderdiği bir elçi olduğu için, her elçi gibi onun da göreviyle ilgili hususlarda kendisini gönderenin talimatına göre konuşması ve davranması gerekir. Nitekim,
"Elçinin size getirdiği şeyleri alın ve sizi menettiği şeylerden kaçının." (Haşr, 59/7)
mealindeki âyet de bunu kanıtlamaktadır. (İA, XI, 243)
Esasen İmam Şafiî de Allah'ın Peygamber'e iki türlü emri olduğunu belirterek bunların ilkini "vahiy" (Kur'an) ikincisini "risâlet" diye anarken aynı mantıkla hareket etmiş olmalıdır. (el-Ümm, V, 127)
Hadislerin mâna ve mefhumlarının vahiy kaynaklı olduğunu savunanlar bunların ya Cebrail vasıtasıyla bildirildiğini (Dârimî, "Mukaddime", 49; Şâtıbî, IV, 24) veya uykuda yahut uyanıkken ilham edildiğini söylerler. Cebrail'in zaman zaman insan şeklinde Hz. Peygamber (asm)'in yanına gelerek bazı ibadetlerin mahiyeti ve uygulama şekilleri konusunda açıklamalarda bulunması (Müsned, II, 325; IV, 129,161, Müslim, "Mesâcid", 166, 167), ayrıca yahudi âlimlerinin Resûl-i Ekrem'i denemek amacıyla sordukları veya soracakları soruların (Müsned, III, 108, 113), yahut bazı Müslümanların bilmedikleri hususlarda, ona yönelttikleri soruların (Buhârî, Fezâilü'l-Kur'ân, 2) cevaplarını öğretmesi hadis ve sünnetin vahiyle yakın ilgisini göstermektedir.
Âlimler, Hz. Peygamber (asm)'in Allah'tan Kur'an vahyinden başka vahiy aldığına bazı âyetlerde de işaret edildiğini belirtirler. Meselâ Hz. Hafsa'ya bir sır veren Resûl-i Ekrem'in bunu kimseye söylememesini tenbih ettiği halde, Hafsa'nın o sırrı Âişe'ye söylemesi üzerine Allah'ın bu durumu Resulüne bildirmesi ve daha sonra bu olayın Kur'an'da anlatılması (Tahrîm, 66/3); 6. yılın Zilkade ayında (Mart 628) umre yapmak için Mekke'ye hareket etmeden önce Resûl-i Ekrem'in rüyasında Mekke'ye girip tavaf ettiğini görmesi ve bunu ashabına haber vermesi, fakat Hudeybiye'den öteye gidemeyip burada Mekkeliler'le bir antlaşma yapmak zorunda kalınca, bazı sahâbîlerin üzüntülerini Resûlullah'a bildirerek vaadinin gerçekleşmediğini hatırlatmaları üzerine Peygamber'in rüyasının doğruluğunu belirten âyetin nazil olması (Feth, 48/27) ve diğer bazı örnekler, Resûl-i Ekrem'e Kur'an vahyinin dışında da Allah tarafından bilgi ulaştırıldığını ortaya koymaktadır.
Şu halde hadislerde Peygamber'in rolü, söyleyeceği bir şeyi kendi söz kalıplarına dökmek veya fiil ve davranışlarıyla sergilemekten ibarettir.
Buna karşılık Hanefî imamlarının vahiy tasnifine göre (Erdoğan, s. 77-78) hadislerin oluşmasında Resûlullah'ın re'y ve içtihadının da rolü vardır. Ancak onun sürekli vahyin kontrolünde bulunması, risâletiyle ilgili konularda nadiren vuku bulmuş olan hatalı görüş ve ictihadlarının vahiyle düzeltilmesi sebebiyle (Meselâ bk. Enfâl, 8/67; Tevbe, 9/43; Tahrîm; Abese, 80/1-10) bu nevi hadisler de bir tür vahiy sayılmıştır.
Resûl-i Ekrem'in "ismet" sıfatıyla da ilgili olan, ayrıca onun yüksek aklî ve zihnî melekesi (fetânet), geniş tecrübeleri sayesinde isabetli ictihadlarda bulunması gerektiği fikrinden kaynaklandığı anlaşılan bu son görüş dikkate alındığında, hadislerin vahiy mahsulü veya Peygamberin re'y ve ictihadları sayılması hususundaki görüş farklılıklarının, hadislerin değeri bakımından pratikte fazla önemi kalmamaktadır. Zira Resûl-i Ekrem'in geniş anlamda dini ilgilendiren söz, fiil ve takrirlerinin ilâhî otoritenin denetimi altında tutulup gerektiğinde tashih edilmesi, hadislerin genel olarak vahyin maksadına uygunluğunu ve hükümlerinin bağlayıcılığını kabul etmeyi gerekli kılmaktadır.
Bütün bu hususlar, Hz. Peygamber (asm)'in hadis ve sünnetinin hukukî bakımdan taşıdığı değeri de göstermektedir.
Resûl-i Ekrem'in saygınlığına, verdiği hükümlerin önemine işaret eden âyetler onun sözlerinin, emir ve yasaklarının Kur'an'daki hükümlerden ayrı tutulamayacağını, bunların İslâmî hükümlerin bir parçası olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. (Şâtıbî, IV, 14-15)
Hz. Peygamber bu durumu, bana kitapla birlikte onun bir benzeri daha verildi" (Ebû Dâvûd, "Sünnet", 5) sözüyle ifade etmiştir. Muâz b. Cebel'in. Yemen'e vali olarak gönderileceği sırada orada nasıl hükmedeceğini soran Hz. Peygamber (asm)'e Kur'an'da bulamadığı konularda Resûlullah'ın sünnetine başvuracağını söylemesi ve bunun Resûl-i Ekrem tarafından memnuniyetle karşılanması, Hz. Ebû Bekir ile Ömer'in de hilâfetleri süresince Kur'an'da bulamadıkları konularda hadise müracaat etmeleri, sünnet ve hadisin Kur'an'dan sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğunu göstermektedir.
Bütün mezhep imamları, kanaatleri sahih bir hadise ters düştüğü takdirde şahsî görüşlerinden vazgeçerek o hadisi benimsediklerini söylemişlerdir. İmam Şafiî'nin,"Resûlullah'ın sözü yanında kimin başka bir hücceti bulunabilir." demesi ilk imamların hadise bakış açısını yansıtır.
Hadislerin Tesbiti
Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları (eyyam ü'l-Arab) ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Araplar'ın ezberleme yetenekleri çok gelişmişti.
Bununla beraber İslâmiyet'in doğuşu sırasında önemli bir ticaret merkezi konumunda bulunan Mekke'de okuma yazma bilenlerin sayısı Medine'ye nisbetle daha çoktu. Bunlardan Müslüman olanlar, İslâmiyet'in ilk devirlerinde Hz. Peygamber'in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur'ân-i Kerim'i yazmakla meşgul olmuştu.
Öte yandan kendi sözlerinin ilâhî kitapla karışması ihtimalini veya hadisleri yazmakla uğraşırken Kur' an'ın ihmal edilebileceğini göz önünde bulunduran Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet edilmesine izin vermiştir. (Müslim, "Zühd", 72)
Esasen sahâbîler, Allah ile devamlı surette irtibatta bulunduğunu bildikleri Peygamber'e samimiyetle inanıp bağlandıkları için onun her buyruğunu ve hareketini büyük bir dikkatle takip ederek hafızalarına nakşediyorlardı. Yazılı kaynaklara önem veren çağdaş zihniyetin aksine o günün insanları fevkalâde bir hafıza gücüne sahipti. (Seyyid Hüseyin Nasr, s. 89) Sade ve tabii yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güçlü hafızaya sahip bulunanlar vardı. Hz. Peygamber (asm)'in bazı önemli sözlerini üçer defa tekrarlaması (Buhârî, '"ilim", 30) ve kelimeleri "sayılacak derecede" yavaş telaffuz etmesi (Buhârî, "Menâkıb", 23) sebebiyle dinleyiciler söylediklerini kolayca öğrenebiliyorlardı.
Ziraat ve ticaret gibi işlerle meşgul olduklarından Resûl-i Ekrem'in yanında bulunamayan sahâbîler ilk fırsatta onun söylediği sözleri öğrenmeye çalışırlardı. Resûlullah'ın meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahâbîler de (Buhârî, "ilim", 27) duyup öğrendikleri hadisleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı. (Hatîb, el-Câmi’ li-ahlâkı'r-râsul, I, 236-239) Ashabın son derece önem verdiği bu müzakere geleneği daha sonra da devam ettirilmiştir. (Dârimî, "Mukaddime", 51)
Hz. Peygamber (asm)'in, sahâbîlere kendi sözlerini dinleyip öğrenmelerini emretmesi ve öğrendiklerini başkalarına tebliğ edenlere hayır duada bulunması (Buhârî, "İlim", 9), onların hadisleri bir ibadet vecdiyle öğrenip başkalarına nakletmelerini sağlamıştır.
Ayrıca Mescid-i Nebevî'nin bitişiğinde oturan ve sayıları genellikle yetmiş civarındaolan (Buhârî, "Salât", 58) ehl-i Suffe de Resûlullah'tan hadis tahsil etmişlerdir. Bazı hadislerin değişik sayıda sahâbî tarafından rivayet edilmesi, Hz. Peygamber'in onu söylediği veya huzurunda bir olay meydana geldiği sırada yanında bulunanların sayısıyla ilgilidir.
Sahâbîlerin Resûl-i Ekrem'den bizzat duymadıkları hadisleri öğrenme gayretleri onun vefatından sonra da devam etmiştir. Câbir b. Abdullah'ın, Abdullah b. Üneys'in bildiği bir hadisi ondan öğrenmek için Medine'den Şam'a yolculuk yaptığı (Buhârî, "rİIİm", 19), Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin, Resûl-i Ekrem'den duyduğu bir hadisi Mısır'da bulunan Ukbe b. Âmir el-Cühenî ile görüşerek kontrol etmek maksadıyla Medine'den oraya kadar gittiği (Müsned, IV, 159) bilinmektedir.
Hz. Peygamber (asm)'in hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermediği bilinmekle birlikte onun hadisleri yazmayı kesinlikle yasakladığını söylemek de mümkün değildir. Nitekim Abdullah b. Amr b. Âs gibi okuma yazma bilen genç ve dikkatli sahâbîlerle (Müsned, II, 403; İbn Kuteybe, s. 365-366) hafızasının zayıflığından şikâyet edenlere (Tirmizî, "ilim", 12) hadisleri yazma konusunda izin vermiş, bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini isteyen Yemenli Ebû Şah gibi kimselerin isteklerini de reddetmemiştir (Buhârî, "Lukata", 7, "Diyar, 8).
Daha sonraki yıllarda ise âyetlerin çoğunun nazil olması, bunların yazımında gerekli titizliğin gösterilmesi, Kur'an hafızlarının çoğalması, Müslümanların ekseriyeti tarafından Kur'an üslûbunun kavranması ve artık kendi sözlerinin Kur'an'la karışması ihtimalinin veya hadisle meşgul olup Kur'an'ı ihmal etme endişesinin kalmaması üzerine hadisleri yazmak isteyenlere izin vermiştir. (Tirmizî, "cİlim", 12; Dârimî, "Mukaddime", 43) Vefatından bir müddet önce Resûlullah'ın Müslümanlara doğru yoldan ayrılmamaları için bir mektup yazmayı düşünmesi (Buhârî, "İlim", 39) ve sözlerinin Ebû Şah için yazılmasına izin vermesi, onun hayatının son döneminde de hadislerin yazılmasına karşı olmadığını göstermektedir.
Resûl-i Ekrem'den bu konuda izin alan sahâbîler duyup öğrendikleri hadisleri hem ezberlediler hem de yazdılar (Müsned, II, 403). "Sahîfe" adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahâbîler arasında, 1.000 civarında hadis ihtiva eden eş-Sahîfetü's-sâdıka'nın sahibi Abdullah b. Amr b. Âs başta olmak üzere, Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali b. Ebû Tâlib, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semüre b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah. Abdullah b. Ebû Evfâ ve Enes b. Mâlik bulunmaktadır.
Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebû Hüreyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih (es-Sahifetü's-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamîdullah tarafından yayımlanmıştır.
Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den oğlunun, ondan da torununun rivayet ettiği, Müsnedü Büreyd adıyla tanınan kırk hadislik cüz de burada zikredilmelidir. (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 541, vr. 136a- i 74b)
İlk devirlerde hadislerin kitap haline getirilmesi durumunda onların Allah'ın kitabına denk tutulacağı veya Kur'an'dan çok hadislerle meşgul olunacağı endişesini taşıyanlar, hadislerin ezberlenmesini tavsiye etmiş, daha müsamahakâr olanlar ise ezberlemeden önce yazılabileceğini, fakat ezberledikten sonra yazılı metinlerin imha edilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur. (Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-İlm, s. 58-63)
Ayrı şehirlerde bulunan sahâbîlerin Hz. Peygamber’den bizzat duymadıkları hadisleri birbirlerinden istedikleri, bu arada Hz. Muâviye'nin talebi üzerine Mugire b. Şu'be'nin ona bazı hadisleri yazıp gönderdiği bilinmektedir. (Örnekler için bk. İmtiyaz Ahmed, s. 299-302, 500-540)
Kur'an'ın ihmal edileceği düşüncesiyle başlangıçta hadislerin yazılmasına karşı olan sahâbîler arasında Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Mûsâ el-Eş'ari, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî ve Abdullah b. Ömer de bulunmaktadır. Fakat onların hemen hepsi sonradan dikkatsiz ve samimiyetsiz râvileri görünce bu kanaatlerinden vazgeçerek hadislerin yazılmasını tavsiye etmiş, talebelerine hadis yazdırmış, hatta kendileri de hadislerin yazılı olduğu metinler edinmişlerdir.
Hadislerin Rivayeti
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı idarecilerin çok hadis rivayet edilmesine karşı tavır almalarına bakarak, onların hadislere veya hadis râvilerine güvenmedikleri sonucunu çıkarmak doğru değildir. Hulefâ-yi Râşidîn'in çözümünü Kur'an'da bulamadığı birçok meselede hadise başvurduğu, hatta ortaya çıkan problemlere çözüm getirecek hadislerin mevcut olup olmadığını tesbit etmek için sahâbîlerle istişare ettiği bilinmektedir (Buhârî, "Tıb", 30; Müslim, "Selâm", 98; Ebû Dâvûd, "Ferâ'iz", 5; Tirmizî, "Talâk", 23; Dârimî, "Mukaddime", 20)
İlk halifelerin hadis rivayetindeki titizliği, hafızaya dayanan rivayete ağırlık vermek suretiyle rivayetin içerdiği konular üzerinde yeterince düşünmeyi ihmal etme gibi bir endişeden kaynaklanmış olabilir. Hz. Ömer'in, Irak bölgesine gönderdiği adamlarıyla birlikte Medine dışına kadar yürüyerek onlara, gittikleri yerdeki insanların yeni Müslüman olduklarını, bu sebeple henüz Kur'an'ı doğru okuyamadıklarını hatırlatması ve bu durumdaki kimselere önemli meselelerde ihtiyaçlarına yetecek kadar hadis rivayet edip fazlasından kaçınmalarını özellikle tenbih etmesi de (İbn Mâce, "Mukaddime", 3, Dârimî, "Mukaddime", 28) aynı endişeye dayanmalıdır.
Ferâiz ve sünneti Kur'an öğrenir gibi öğrenmeyi tavsiye eden (Dârimî, "Ferâ'iz", 1), Kâdî Şüreyh'e çözümünü Kur'an'da bulamadığı bir mesele için Resûlullah'ın sünnetine başvurmasını emreden (Dârimî, "Mukaddime", 20) Hz. Ömer'in, hadislerin rivayetine karşı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Onun sahâbîleri az hadis nakletmeye zorlamasının bir sebebi de rivayet konusunda onları mümkün olduğu kadar titiz davranmaya sevketmek istemesidir.
Bazı sahâbîler, çok hadis rivayet etmenin hadis metinlerinde fazlalık veya eksiklik türünden hatalara sebebiyet verebileceği ve böylece Hz. Peygamber'e yanlış sözler isnad edileceği endişesini taşımışlardır. Esasen her duyduğunu rivayet etmesinin insanı yalancı durumuna sokabileceğini belirten hadis de (Müslim, "Mukaddime", 5) onları bu konuda ihtiyatlı davranmaya ve az hadis rivayet etmeye sevketmiştir.
Nitekim ilk dört halife ile Zübeyr b. Avvâm, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Ömer gibi sahâbîler, bu konuda son derece ihtiyatlı davranmış ve hadisleri lafzen rivayet etmeye itina göstermişlerdir.
Hadis rivayetinde ihtiyatlı olmakla beraber bilgisini başkalarından esirgeyenleri kınayan âyet ve hadislerin tesiriyle (Bakara, 2/159-160, 174-176; Buhârî, "ilim", 42; İbn Mâce, "Mukaddime", 24; Müsned, 11, 296, 499, 508) Hz. Âişe, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîler bu konuda daha rahat davranmış ve hadislerin mâna ile rivayet edilmesine karşı çıkmamışlardır.
Hz. Peygamber (asm) zamanında Müslümanlar, hadis rivayetinde yanılma veya unutma olabileceğini düşünmemişlerdir. "Kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirilmesinden" (Tevbe, 9/64) korkan münafıklar da Resûl-i Ekrem'in söylemediği bir sözü ona isnat etmekten çekinmişlerdir.
Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra hadislerin kabulünde daha titiz davranma gereğini duyan Hulefâ-yi Râşidîn ve önde gelen sahâbîler, Resûlullah'tan bizzat duymadıkları bir hadisi rivayet edenlerden ya Hz. Ömer'in yaptığı gibi o hadisi Allah'ın resulünden duyan bir şâhid getirmelerini istemiş (Buhârî, "İstizân", 13) veya Hz. Ali'nin yaptığı gibi hadisi Hz. Peygamber'den duyduğuna dair yemin ettirmiş (Müsned, 1, 2. 10), yahut da Hz. Âişe'nin yaptığı gibi râvisinin iyi öğrenip öğrenmediğini anlamak için aradan uzun zaman geçtikten sonra tekrar sorarak hadisi kontrol etmiştir. (Müslim, "ilim", 14)
Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah'tan duyan sahâbîlerden derleyip yazdığı 500 hadisi yakması, rivayet sırasında bir hata yapılmış olabileceği endişesinden kaynaklanmıştır. (Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz, s. 5) Hadislerin yazılmasını düşünen Hz. Ömer'in, ileri gelen sahabe ile bir ay boyunca istişare ettikten sonra bu düşüncesinden vazgeçmesi de bu işin Kur'an'ın ihmaline yol açabileceği kaygısına dayanmaktadır. (Hatîb, Takyîdü'l-ilm, s. 50-51)
Hadisleri bir kitapta toplamayı düşünen kimseleri haklı çıkaran sebepler zamanla yoğunluk kazanmıştır. Halife Ömer devrinden itibaren fetihlerin gittikçe çoğalması, hadisleri bilen sahâbîlerin vefat etmesi, sahabenin Medine'den ayrılmasını doğru bulmayan Hz. Ömer'in vefatından sonra halife Osman'ın buna engel olmaması üzerine birçok sahâbînin Medine'den ayrılması bu konuda tedbir almayı gerekli kılmıştır.
Yeni fethedilen ülkelerin halkından kötü niyetli kimselerin, özellikle son iki halifenin şehid edilmesinden sonra dini bozmaya teşebbüs etmeleri, hadisleri yazıyla tesbit edip koruma altına almayı icap ettirdiği için başlangıçta bu işe karşı olanların çoğu daha sonra buna taraftar olmuş, tanınmış sahâbîlerin öğrencileri, onlardan duyduklarını kaydetmek için kâğıt bulamadıkları zaman elbiselerine, semerlerin arkasına, hatta duvarlara bile yazacak kadar bu konuyu önemsemişlerdir. (Dârimî, "Mukaddime", 43)
Böylece hadisler, onları rivayet etmeyi ibadet sayan gayretli kişilerin himmetleri sayesinde kaybolmaktan kurtulmuştur. Bir tesbite göre hicretin I. asrında tabiînden olan talebelerine hadis yazdıran sahâbîlerin sayısı elliyi bulmuştur. (M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-58)
Hadis rivayetiyle meşgul olan tabiîler, sahâbîlerden çok daha fazladır. Bunlar arasında, bir hadis için günlerce yolculuk yapmayı göze alan Saîd b. Müseyyeb, duydukları rivayetleri hemen kaydetmeleriyle tanınan Saîd b. Cübeyr ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi birçok muhaddis zikredilebilir.
Tabiîler içinde, önceleri hadislerin yazılmasına karşı iken sonradan bu fikirden vazgeçenlerle hayatlarının ilk dönemlerinden itibaren hadisleri yazmadığına pişmanlık duyanların çok oluşu, bu nesilde hadisleri yazma işinin büyük tasvip gördüğünü ortaya koymaktadır.
Hadislerin Tedvini/Toplanması ve Tasnifi
Hadislerin tedvînini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gâliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir.
Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevketmiştir. Özellikle Şîa'nın kendi grupları, daha sonra Abbasî hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslâm aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvîne taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.
Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bidatçıların rivayetlerinden kaçınmaya sevketmiş (Dârimî, "Mukaddime", 38) ve I. yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir.
İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i sünnete mensup râvilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır. (Müslim,"Mukaddime", 5)
Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip edilmiş: yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dîl ilmi doğmuş, bunun sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
Emevîler'in Mısır valisi olan Abdülazîz b. Mervân'ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amacıyla devlet adamlarının bile gayri resmî olarak hadis tedvîniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdülazîz b. Mervân, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahâbî ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesîr b. Mürre el-Hadramî'ye yazdığı bu mektupta, Ebû Hüreyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahâbîlerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir.
Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülazîz, ileri gelen âlimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvîn işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber (asm)'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. (Dârimî, "Mukaddime", 43; Buhârî, '"İlim", 34; Hatîb, Takıyîdü'l-ilm, s. 106)
Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. (İbn Abdülber, I, 331)
Sahabe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir yana, bir tesbite göre I. yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir. (M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 58-161; İmtiyaz Ahmed, s. 416-590)
Hadislerin tedvîni tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır.
Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef” adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhârî ile Müslim'in el-Câmi'u's-sahîhleri Kur'an’dan sonra İslâm'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Mâlik b. Enes'in el-Muvatta'ını veya Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî'nin es-Sünen’ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mâce'nin es-Sünen'idir. Diğerleri Ebû Davud'un es-Sünen'i, Tirmizi’nin es-Sünen diye de anılan el-Câmiu's-sahîh’i ve Nesâî'nin el-Müctebâ diye de bilinen es-Sünen'idir.
Hadislerin Öğrenimi
İslâmiyet'i daha geniş kitlelere ulaştırma gayesiyle başlatılan askerî harekât sonunda daha I. yüzyıl sona ermeden İspanya'dan Orta Asya'ya kadar olan geniş toprakların İslâm coğrafyasına katılması sahâbîleri bu geniş topraklar üzerine dağılmaya mecbur etti. Ashabın bir kısmı bu topraklarda bir süre kaldı veya oralara yerleşti. Hz. Peygamber (asm)'in talebeleri olan sahâbîlerle onların yetiştirdiği tabiîn neslinin yerleştiği bu coğrafî merkezler büyük önem kazandı.
Ancak İslâmiyet'in ilk merkezi olan Medine'nin özel bir konumu vardı. İlk dört halife ile en çok hadis rivayet edenlerden Ebû Hüreyre, Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer ve Ebû Saîd el-Hudrî Medine'de yaşamışlardır. Tabiîn neslinin "fukahâ-i seb'a" diye anılan yedi büyük fakihi ve hadis ilmine büyük hizmetleriyle tanınan İbn Şihâb ez-Zührî de Medine'nin yetiştirdiği büyük âlimlerdendir.
Diğer ilim merkezlerinden Mekke'de Abdullah b. Abbas, Attâb b. Esîd, İkrime b. Ebû Cehil ve Osman b. Talha gibi sahâbîler; Mücâhid b. Cebr, Atâ b. Ebû Rebâh, Amr b. Dînâr gibi tabiîler; 10.000 sahâbînin ayak bastığı rivayet edilen Şam bölgesinde Muâz b. Cebel. Ubâde b. Sâmit ve Ebü'd-Derdâ gibi sahâbîler; Ebû İdrîs el-Havlânî, Ömer b. Abdülazîz gibi tabiîler; Ehl-i Bedir'den yetmiş, Bey'atürrıdvân ehlinden 300 kişinin yerleştiği Kûfe'de (İbn Sa'd, VI, 9) Hz. Ali, Sa'd b. Ebû Vakkâs, Abdullah b. Mes'ûd gibi sahâbîler; Alkame b. Kays, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi tabiîler; Basra'da Enes b. Mâlik, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, İmrân b. Husayn gibi sahâbîier; Hasan-ı Basrî, İbn Şîrîn, Katâde b. Diâme gibi tabiîler hadis öğrenimine hizmet etmişlerdir.
Diğer ilim merkezlerinden Mısır'da Abdullah b. Amr b. Âs; Mağrib ve Endülüs'te Mikdâd b. Esved, Misver b. Mahreme ve Seleme b. Ekva'; Buhara, Semerkant, Merv, Herat, Rey, İsfahan gibi yerleri içine alan Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinde Büreyde b. Husayb, Ebû Berze el-Eslemî ve Hakem b. Amr el-Gıfâri gibi sahâbîler yerleştikleri bu yerleri birer hadis öğretim merkezi haline getirmişlerdir.
Sahabe neslinin Hz. Peygamber (asm)'den bizzat duymadığı hadisleri diğer sahâbîlerden öğrenmek amacıyla yaptığı yolculuklar daha sonraki dönemlerde "talebü'l-hadîs" veya "rihle" adıyla devam etmiş, bu arada gittikleri ilim merkezlerindeki bütün hadisleri öğrenip ezberleyen güçlü hadis hafızları yetişmiştir. Hadis hafızı ve fakih Mekhûl b. Ebû Müslim (ö. 112/ 730) kölelikten azat edildikten sonra Mısır, Irak, Hicaz (Medine) ve Şam'ı dolaşmış, kendi ifadesine göre bu bölgelerde rivayet edilen hadislerin tamamını öğrenmiştir. (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 146)
Yetmiş beş yıllık ömrünün otuz dört yılını belli başlı ilim merkezlerinde hadis tahsiliyle geçiren Endülüslü muhaddis Bakî b. Mahled gibi hadis talebeleri az değildir. Kendi memleketlerinde pek çok hadis âlimi bulunsa bile hadis talebelerinin önemli ilim merkezlerini bazen birkaç defa dolaşarak devrin tanınmış muhaddislerinden hadis rivayet etmeleri bir gelenek halini almıştı. Kendisinden hadis öğrenilecek muhaddis, rivayetlerini bir kitapta toplamış olsa dahi bu kitabın sağlam bir nüshasını önce istinsah etme, ardından bizzat muhaddisinden dinleme veya ona okuma yahut daha sonraki devirlerde geliştirilen usullerle bir kitabın ya da çeşitli kitapların rivayeti için icazet alma geleneği tahsil süresinin uzamasına tesir etmiştir.
Bütün bu zor şartlara rağmen muhaddislerin tükenmeyen gayretleri sonunda Hz. Peygamber (asm)'in hadisleri bir araya getirilmiş, hadisler arasındaki rivayet farkları azaltılmış, isnad zincirlerinin gereksiz yere uzaması önlenmiş, bu arada hadisleri rivayet eden kimselerin hayatları, şahsiyetleri, bilgilerinin ve hafızalarının sağlamlık derecesi en ince noktasına kadar tesbit edilmiştir.
Özetle, hadisler Hz. Peygamber (asm) zamanından itibaren ezberlenerek, yazılarak ve en önemlisi de yaşanarak muhafaza edilmiş, elimizdeki hadis kaynaklarına kaydedilmiştir. Bu konuda şüpheye neden olacak hiçbir şey yoktur. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Hadis md.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
https:// sorularlaislamiyet.com/ hadislerin-bir-cok-raviden- gectigini-dikkate-alirsak- hadislere-neden-guvenelim- ve-neden-hadis
- Hadislerin bir sürü raviden geçtiğini, sahih hadislerin ravilerine her zaman güvenmemiz gerektiği?(bu işaret bilinçli konulmuştur.) ravilerin belli sayıda muhaddisin gözleminden geçtiğini, bu gözlemlerin de ne kadar gerçekçi sonuç verebileceğini (40.000 civarında hadis muhtemelen yüz binlerce ravi demek, bunların güvenilirliğini araştıran imamların sayısı da herhalde birkaç bini aşmaz; bahsettiğim imamlar hadisleri toplayan imamlardır. Birkaç bin imam yüz binlerce ravinin hayatlarında neler yaptıklarını nasıl bilebilir? Ki bu sika ravidir diyebilsinler. Hem imamların güvenilirliğinden nasıl eminiz?) ve bazı hadis kitaplarının asıl nüshalarının bile olmamasını göz önünde bulundurursak, neden hadis inkarcılığı yapmayalım?
CEVAP:
Cevap 1:
- İnsanlık tarihinin hiçbir devrinde, hadisler için kullanılan “ananeli/senetli” haber sistemi kullanılmamıştır. Bu sistemdeki haberlere inanmayanın başka hiçbir tarih bilgisine inanmaması gerekir.
- Bu senet zinciri içerisinde yer alan ravilerin kısa hayatları, doğumları, ölümleri, kimden hadis rivayet ettikleri, otorite kabul edilen alimlerin haklarındaki kanaatlerini yazan önemli RİCAL kaynakları vardır. Bu kaynaklar şu anda basılmış ve ortadadır. Böyle özel bir gayretle sırf hadislerin sıhhat veya zaaf yönlerini ortaya koymak için gecesini gündüzüne katan takva sahibi büyük İslam alimlerinin bu çalışmalarına güvenmeyen kimse, başka hangi ilim kaynağına inanabilir ki?
- Her bir ravi sadece bir hadis rivayet etmemiş ki, ravilerin sayısının çokluğundan şikâyet edilsin ve bunların hayatlarının tespitinin zorluğundan söz edilsin... Bir tek ravi bazen onlarca hadisin senedinde yer almaktadır. Örneğin; Hz. Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Hz. İbn Mesud, Hz. İbn Ömer, Hz. İbn Amr b. As, Hz. Enes, Hz. İbn Abbas gibi sahabelerden yüzlerce, binlerce hadis rivayet edildiği gibi, tabiin ve tebe-i tabiinden de yüzlerce hadis rivayet eden alimler vardır.
- Her asırda belli bazı kimseler çok büyük alim, çok dürüst, yalana asla tenezzül etmeyen, Allah’tan çok korkan kişiler olarak tanınırlar. Ve toplumun bu kabulü yüzde yüze yakın bir oranda isabetli olur. Mesela: Dört Mezhep imamları, Abdulkadir Geylanî, Şah-ı Nakşibend gibi zatlar hem kendi asırlarında hem de daha sonraki asırlarda çok büyük, salih, takvalı kimseler olarak bilinmiş ve bu kanaati yanlış çıkaran hiçbir vukuatları da olmamıştır. Keza, İmam Gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman Said Nursi ve benzeri büyük insanların, bilerek Hz. Peygamber (asm)'e iftira edebileceklerine ihtimal vermek aklıselimin kabul etmeyeceği bir husustur.
- Acaba, hayatlarının şahadetiyle Allah’tan çok korkan, çok ibadet eden, bunun yanında Hz. Peygamber (asm)'in sözlerinin sarrafı olmuş hadis âlimlerinin, bilerek Allah Elçisine iftira etmeleri veya kötü olduklarını bildikleri halde bazı ravilere torpil geçmeleri, iyi olduklarını söylemeleri mümkün mü?
- Hadis kaynaklarında en meşhur olan hadislerin başında,
“Kim bilerek bana yalandan bir söz isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”
manasındaki hadis-i şerif gelir. Acaba bu hadisi her an karşılarında bulan takva sahibi alimlerin, bilerek buna aykırı davranmaları mümkün mü?
- Kur’an’da Hz. Peygamber (asm)'e Kur’an’ın metnini tebliğ etme görevi yanında onun manasını açıklama görevi de belirtilmiştir.
“Resulüm! Sana bu Zikri/Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl, 16/44),
“Resulüm! Sana bu kitabı indirmemiz, sırf onların, hakkında ihtilaf ettikleri gerçekleri açıklaman ve sırf iman edecek kimselere hidayet ve rahmet olması içindir.” (Nahl, 16/64)
mealindeki ayetlerde bu husus açıkça vurgulanmıştır.
Buna göre, Hz. peygamber (asm)'in Kur’an’ı tebliğ görevi yanında -ilgili ayetleri açıkça zikrederek veya zikretmeyip gereken hususları- açıklamak gibi zorunlu bir tebyin/açıklama görevi de vardır.
İşte Hz. Peygamberin ister fiili, ister kavli, ister takriri olsun yaptığı açıklamalar sünnet literatürünü; sünnet ise hadis literatürünü meydana getirmiştir. Bu literatürde yer alan kişilerin muteber olup olmadıkları için hayatları didik didik edilmiştir. Ravinin hıfzında veya adaletinde en ufak bir leke gördükleri takdirde ilmi şöhretine aldırmadan cerh etmişlerdir.
- Ümmetin en akıllı, en zeki, en bilgili, en takvalı, en ibadetçi, en dürüst olmakla şöhret bulmuş binlerce İslam aliminin kabul ettiği bir hakikati kabul etmemenin izah edilecek hiçbir tarafı yoktur. Nefsimizin evhamlarına saplanıp güneş gibi ortada olan sahih hadislerin varlığını inkâr etmek yerden göğe kadar bir haksızlıktır.
- Şunu unutmayalım ki, bilerek Hz. Peygamber (asm)'in söylemediği bir sözü ona isnat etmek ne kadar çirkin ise, onun söylediği bir sözü de -doğru bulmayarak- onu inkâr etmek de o kadar çirkindir.
Cevap 2:
Hadislerin tesbiti ve korunması Hz. Peygamber (asm) zamanında başlamış, hem ezberlenerek hem yazılarak hem de hayata geçirilerek ve uygulanarak muhafaza edilmiştir:
Hadis, Hz. Peygamber (asm)'in sözlerini, fiillerini ve tasviplerini ifade eden bir terimdir. Aynı zamanda hadisleri tesbit, nakil ve anlamaya yönelik bir ilim dalıdır.
Etimoloji ve Kapsam
Kendi sözleri hakkında hadis kelimesini ilk defa Resûl-i Ekrem'in kullandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ebû Hüreyre'nin, kıyamet gününde kendisinin şefaatine ilk önce kimin nail olacağını sorması üzerine Resûlullah.
"Ey Ebû Hüreyre! Hadise olan merakını bildiğim için bu hadis hakkında ilk soruyu senin soracağını tahmin ediyordum." demiştir. (Buharı, "İlim", 33; "Rikâk", 51)
Kadın sahâbîlerin, Hz. Peygamber (asm)'den,
"Senin sözünden (bihadîsike) sadece erkekler faydalanıyor." (Buhârî, "İtisâm", 9)
diyerek, kendileriyle sohbet etmek üzere bir gün ayırmasını isterken hadis kelimesini kullanmalarını tasvip etmiş, sahabe devrinde ve daha sonraki dönemlerde bu kelime, Resûl-i Ekrem'in sözleriyle onun fiillerini ve tasviplerini bildiren haberler anlamında kullanılmıştır.
Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resûlullah (asm)'ın söz, fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis âlimleri arasında daha fazla kabul görmüştür.
Hadisin Önemi
Hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, böylece onlar için hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîmin kendisine indirildiği (Nahl, 16/44, 64) bir peygamberin sözü olarak, üstün bir değer ifade ettiği gibi, Kur'an'ı herkesten iyi anlayan ve âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah Resulü'nün görüşü olarak da büyük önem taşır.
Hz. Peygamber (asm)'in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygulanışını gösterdiği ilâhî emirlerin başında namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler gelir. Namazların hangi vakitlerde, kaçar rek'at ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekâtın hangi mallardan, ne kadar verileceği, haccın nasıl yapılacağı gibi hususlar Kur'an'da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmıştır. İslâm hukukunun birçok meselesi hadislerde verilen bilgilerle çözüme kavuşturulmuştur.
Ayrıca Kur'an'da birkaç türlü yorumlanabildiği için mânası kolayca anlaşılmayan (müşkil) âyetler, şirkin "zulüm" kelimesiyle tefsir edilmesinde olduğu gibi, geniş kapsamlı ifadeler ile daha dar anlamların kastedildiği âyetler de hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir.
Hadisler aynı zamanda Kur'an'da yer almayan birçok meseleye açıklık getirmiş, bu konulardaki uygulama şekillerini göstermiştir. Meselâ, bir kadının âdet halinde kılamadığı namazları kaza etmeyeceği, bir erkeğin hanımının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı dolayısıyla evlenilmesi haram olan kimselerle süt yakınlığı sebebiyle de evlenmenin haram olduğu gibi hususlar, ayrıca şuf’a hakkı ile ilgili hükümler, nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Hz. Peygamber (asm) tarafından halledilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de temas edilmekle beraber, hakkında fazla bilgi verilmeyen âhiret hayatıyla ilgili hususlar, kabir hayatı, yeniden dirilme, mahşer, hesap, mîzan, cennet ve cehennemdeki hayat gibi konular da hadisler sayesinde öğrenilebilmektedir. Ahlâkî faziletler, manevî ve ruhî gelişimi sağlayacak kurallar, düzenli bir aile hayatı için gerekli olan davranış biçimleri, insanlar arasında içtimaî ve ticarî münasebetleri düzenleyen hükümler, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler vb. konularda da hadislerde geniş bilgi bulunmaktadır.
Otuzdan fazla âyette Hz. Peygamber (asm)'e itaatin emredilmesi ve özellikle,
"Resulün size verdiğini alın, yasakladığından da sakının." (Haşr, 59/7)
şeklinde kesin bir talimatın bulunması, Kur'an'da açıkça zikredilmeyen hususlarda Resûl-i Ekrem'in ortaya koyduğu uygulamanın benimsenmesi gerektiğini göstermektedir.
Allah ile Peygamber'in verdiği hükümlere Müslümanların aykırı davranma muhayyerliğinin bulunmadığını (Ahzâb, 33/36), aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Peygamber'i hakem tayin edip onun verdiği hükme gönül hoşnutluğu ile boyun eğmedikçe iman etmiş sayılmayacaklarını (Nisâ, 4/65), Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlarla Allah'ı çok zikredenler için Resûlullah'ın güzel bir örnek olduğunu (Ahzâb, 33/ 21) belirten âyetler, Hz. Peygamber (asm)'in söz ve fiillerinin Müslümanlar için vazgeçilmez bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır.
“Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilmediğin şeyleri öğretti." (Nisâ, 4/113) ve
"Evlerinizde okunan Allah'ın âyetleriyle hikmeti hatırlayıp üzerinde düşünün." (Ahzâb, 33/34)
mealindeki âyetlerde Kur'an ile birlikte anılan hikmetin, özellikle Kur"an ile yan yana zikredildiği zaman Resûlullah (asm)'ın kavlî ve fiilî sünnetini belirttiği kabul edilmektedir. (Şâfiî, er-Risale, s. 78, 93, 103)
Allah'a imanı ve itaati emreden âyetlerde Resûlullah'a iman ve itaatin de şart koşulması âlimlerin bu kanaatini pekiştirmektedir.
Bazı hadislerde yer alan. "Allah şöyle buyurdu" veya "Rabbim bana şöyle emretti" gibi ifadeler, Resûl-i Ekrem'in bazı hadislerinin vahiy mahsulü olduğunu göstermektedir. "Kudsî hadis" diye anılan bu nevi rivayetlerin, aynı hadis kitabının değişik bahislerinde tekrarlandığı veya bir başka hadis kitabında yer aldığı zaman onun kudsî hadis olduğunu gösteren, "Allah şöyle buyurdu" ifadesinin görülmemesi, kudsî hadislerin tesbit edilemeyecek kadar fazla olduğu kanaatini uyandırmaktadır. (İbn Hacer, Fethu'l-bârî, 1, 174)
Kur'ân-ı Kerîm yanında hadislerin de vahiy ürünü olduğuna dair görüşün en azından Hassan b. Atıyye'ye (ö 130/748) kadar gittiği bilinmektedir. (Dârimî, "Mukaddime", 49)
İslâm âlimlerinin büyük bir kısmıyla birlikte aynı görüşü benimseyen İmam Şafiî Kur'an'ı vahy-i metlüv (okunan vahiy) saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i metlüv (okunmayan vahiy) denilmiştir. Ancak hadisler anlamla birlikte lafzın da Allah'a ait olmaması, hem lafzı hem manasıyla mûciz olmaması, bizzat Hz. Peygamber (asm)'in emriyle tamamının yazıya geçirilmemesi ve ibadet maksadıyla ezberlenip okunmaması bakımından Kur'an'dan ayrılmaktadır.
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre hadislerin lafızları Peygamber (asm)'e, mâna ve mefhumu Allah'a aittir. Bu sebeple kutsî ve nebevi hadislere vahy-i gayr-i metlüv yanında "vahy-i hafi" de denilmiştir. Muhammed Hamîdullah'a göre Resûl-i Ekrem Allah'ın gönderdiği bir elçi olduğu için, her elçi gibi onun da göreviyle ilgili hususlarda kendisini gönderenin talimatına göre konuşması ve davranması gerekir. Nitekim,
"Elçinin size getirdiği şeyleri alın ve sizi menettiği şeylerden kaçının." (Haşr, 59/7)
mealindeki âyet de bunu kanıtlamaktadır. (İA, XI, 243)
Esasen İmam Şafiî de Allah'ın Peygamber'e iki türlü emri olduğunu belirterek bunların ilkini "vahiy" (Kur'an) ikincisini "risâlet" diye anarken aynı mantıkla hareket etmiş olmalıdır. (el-Ümm, V, 127)
Hadislerin mâna ve mefhumlarının vahiy kaynaklı olduğunu savunanlar bunların ya Cebrail vasıtasıyla bildirildiğini (Dârimî, "Mukaddime", 49; Şâtıbî, IV, 24) veya uykuda yahut uyanıkken ilham edildiğini söylerler. Cebrail'in zaman zaman insan şeklinde Hz. Peygamber (asm)'in yanına gelerek bazı ibadetlerin mahiyeti ve uygulama şekilleri konusunda açıklamalarda bulunması (Müsned, II, 325; IV, 129,161, Müslim, "Mesâcid", 166, 167), ayrıca yahudi âlimlerinin Resûl-i Ekrem'i denemek amacıyla sordukları veya soracakları soruların (Müsned, III, 108, 113), yahut bazı Müslümanların bilmedikleri hususlarda, ona yönelttikleri soruların (Buhârî, Fezâilü'l-Kur'ân, 2) cevaplarını öğretmesi hadis ve sünnetin vahiyle yakın ilgisini göstermektedir.
Âlimler, Hz. Peygamber (asm)'in Allah'tan Kur'an vahyinden başka vahiy aldığına bazı âyetlerde de işaret edildiğini belirtirler. Meselâ Hz. Hafsa'ya bir sır veren Resûl-i Ekrem'in bunu kimseye söylememesini tenbih ettiği halde, Hafsa'nın o sırrı Âişe'ye söylemesi üzerine Allah'ın bu durumu Resulüne bildirmesi ve daha sonra bu olayın Kur'an'da anlatılması (Tahrîm, 66/3); 6. yılın Zilkade ayında (Mart 628) umre yapmak için Mekke'ye hareket etmeden önce Resûl-i Ekrem'in rüyasında Mekke'ye girip tavaf ettiğini görmesi ve bunu ashabına haber vermesi, fakat Hudeybiye'den öteye gidemeyip burada Mekkeliler'le bir antlaşma yapmak zorunda kalınca, bazı sahâbîlerin üzüntülerini Resûlullah'a bildirerek vaadinin gerçekleşmediğini hatırlatmaları üzerine Peygamber'in rüyasının doğruluğunu belirten âyetin nazil olması (Feth, 48/27) ve diğer bazı örnekler, Resûl-i Ekrem'e Kur'an vahyinin dışında da Allah tarafından bilgi ulaştırıldığını ortaya koymaktadır.
Şu halde hadislerde Peygamber'in rolü, söyleyeceği bir şeyi kendi söz kalıplarına dökmek veya fiil ve davranışlarıyla sergilemekten ibarettir.
Buna karşılık Hanefî imamlarının vahiy tasnifine göre (Erdoğan, s. 77-78) hadislerin oluşmasında Resûlullah'ın re'y ve içtihadının da rolü vardır. Ancak onun sürekli vahyin kontrolünde bulunması, risâletiyle ilgili konularda nadiren vuku bulmuş olan hatalı görüş ve ictihadlarının vahiyle düzeltilmesi sebebiyle (Meselâ bk. Enfâl, 8/67; Tevbe, 9/43; Tahrîm; Abese, 80/1-10) bu nevi hadisler de bir tür vahiy sayılmıştır.
Resûl-i Ekrem'in "ismet" sıfatıyla da ilgili olan, ayrıca onun yüksek aklî ve zihnî melekesi (fetânet), geniş tecrübeleri sayesinde isabetli ictihadlarda bulunması gerektiği fikrinden kaynaklandığı anlaşılan bu son görüş dikkate alındığında, hadislerin vahiy mahsulü veya Peygamberin re'y ve ictihadları sayılması hususundaki görüş farklılıklarının, hadislerin değeri bakımından pratikte fazla önemi kalmamaktadır. Zira Resûl-i Ekrem'in geniş anlamda dini ilgilendiren söz, fiil ve takrirlerinin ilâhî otoritenin denetimi altında tutulup gerektiğinde tashih edilmesi, hadislerin genel olarak vahyin maksadına uygunluğunu ve hükümlerinin bağlayıcılığını kabul etmeyi gerekli kılmaktadır.
Bütün bu hususlar, Hz. Peygamber (asm)'in hadis ve sünnetinin hukukî bakımdan taşıdığı değeri de göstermektedir.
Resûl-i Ekrem'in saygınlığına, verdiği hükümlerin önemine işaret eden âyetler onun sözlerinin, emir ve yasaklarının Kur'an'daki hükümlerden ayrı tutulamayacağını, bunların İslâmî hükümlerin bir parçası olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. (Şâtıbî, IV, 14-15)
Hz. Peygamber bu durumu, bana kitapla birlikte onun bir benzeri daha verildi" (Ebû Dâvûd, "Sünnet", 5) sözüyle ifade etmiştir. Muâz b. Cebel'in. Yemen'e vali olarak gönderileceği sırada orada nasıl hükmedeceğini soran Hz. Peygamber (asm)'e Kur'an'da bulamadığı konularda Resûlullah'ın sünnetine başvuracağını söylemesi ve bunun Resûl-i Ekrem tarafından memnuniyetle karşılanması, Hz. Ebû Bekir ile Ömer'in de hilâfetleri süresince Kur'an'da bulamadıkları konularda hadise müracaat etmeleri, sünnet ve hadisin Kur'an'dan sonra başvurulacak ikinci kaynak olduğunu göstermektedir.
Bütün mezhep imamları, kanaatleri sahih bir hadise ters düştüğü takdirde şahsî görüşlerinden vazgeçerek o hadisi benimsediklerini söylemişlerdir. İmam Şafiî'nin,"Resûlullah'ın sözü yanında kimin başka bir hücceti bulunabilir." demesi ilk imamların hadise bakış açısını yansıtır.
Hadislerin Tesbiti
Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları (eyyam ü'l-Arab) ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Araplar'ın ezberleme yetenekleri çok gelişmişti.
Bununla beraber İslâmiyet'in doğuşu sırasında önemli bir ticaret merkezi konumunda bulunan Mekke'de okuma yazma bilenlerin sayısı Medine'ye nisbetle daha çoktu. Bunlardan Müslüman olanlar, İslâmiyet'in ilk devirlerinde Hz. Peygamber'in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur'ân-i Kerim'i yazmakla meşgul olmuştu.
Öte yandan kendi sözlerinin ilâhî kitapla karışması ihtimalini veya hadisleri yazmakla uğraşırken Kur' an'ın ihmal edilebileceğini göz önünde bulunduran Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet edilmesine izin vermiştir. (Müslim, "Zühd", 72)
Esasen sahâbîler, Allah ile devamlı surette irtibatta bulunduğunu bildikleri Peygamber'e samimiyetle inanıp bağlandıkları için onun her buyruğunu ve hareketini büyük bir dikkatle takip ederek hafızalarına nakşediyorlardı. Yazılı kaynaklara önem veren çağdaş zihniyetin aksine o günün insanları fevkalâde bir hafıza gücüne sahipti. (Seyyid Hüseyin Nasr, s. 89) Sade ve tabii yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güçlü hafızaya sahip bulunanlar vardı. Hz. Peygamber (asm)'in bazı önemli sözlerini üçer defa tekrarlaması (Buhârî, '"ilim", 30) ve kelimeleri "sayılacak derecede" yavaş telaffuz etmesi (Buhârî, "Menâkıb", 23) sebebiyle dinleyiciler söylediklerini kolayca öğrenebiliyorlardı.
Ziraat ve ticaret gibi işlerle meşgul olduklarından Resûl-i Ekrem'in yanında bulunamayan sahâbîler ilk fırsatta onun söylediği sözleri öğrenmeye çalışırlardı. Resûlullah'ın meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahâbîler de (Buhârî, "ilim", 27) duyup öğrendikleri hadisleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı. (Hatîb, el-Câmi’ li-ahlâkı'r-râsul, I, 236-239) Ashabın son derece önem verdiği bu müzakere geleneği daha sonra da devam ettirilmiştir. (Dârimî, "Mukaddime", 51)
Hz. Peygamber (asm)'in, sahâbîlere kendi sözlerini dinleyip öğrenmelerini emretmesi ve öğrendiklerini başkalarına tebliğ edenlere hayır duada bulunması (Buhârî, "İlim", 9), onların hadisleri bir ibadet vecdiyle öğrenip başkalarına nakletmelerini sağlamıştır.
Ayrıca Mescid-i Nebevî'nin bitişiğinde oturan ve sayıları genellikle yetmiş civarındaolan (Buhârî, "Salât", 58) ehl-i Suffe de Resûlullah'tan hadis tahsil etmişlerdir. Bazı hadislerin değişik sayıda sahâbî tarafından rivayet edilmesi, Hz. Peygamber'in onu söylediği veya huzurunda bir olay meydana geldiği sırada yanında bulunanların sayısıyla ilgilidir.
Sahâbîlerin Resûl-i Ekrem'den bizzat duymadıkları hadisleri öğrenme gayretleri onun vefatından sonra da devam etmiştir. Câbir b. Abdullah'ın, Abdullah b. Üneys'in bildiği bir hadisi ondan öğrenmek için Medine'den Şam'a yolculuk yaptığı (Buhârî, "rİIİm", 19), Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin, Resûl-i Ekrem'den duyduğu bir hadisi Mısır'da bulunan Ukbe b. Âmir el-Cühenî ile görüşerek kontrol etmek maksadıyla Medine'den oraya kadar gittiği (Müsned, IV, 159) bilinmektedir.
Hz. Peygamber (asm)'in hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermediği bilinmekle birlikte onun hadisleri yazmayı kesinlikle yasakladığını söylemek de mümkün değildir. Nitekim Abdullah b. Amr b. Âs gibi okuma yazma bilen genç ve dikkatli sahâbîlerle (Müsned, II, 403; İbn Kuteybe, s. 365-366) hafızasının zayıflığından şikâyet edenlere (Tirmizî, "ilim", 12) hadisleri yazma konusunda izin vermiş, bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini isteyen Yemenli Ebû Şah gibi kimselerin isteklerini de reddetmemiştir (Buhârî, "Lukata", 7, "Diyar, 8).
Daha sonraki yıllarda ise âyetlerin çoğunun nazil olması, bunların yazımında gerekli titizliğin gösterilmesi, Kur'an hafızlarının çoğalması, Müslümanların ekseriyeti tarafından Kur'an üslûbunun kavranması ve artık kendi sözlerinin Kur'an'la karışması ihtimalinin veya hadisle meşgul olup Kur'an'ı ihmal etme endişesinin kalmaması üzerine hadisleri yazmak isteyenlere izin vermiştir. (Tirmizî, "cİlim", 12; Dârimî, "Mukaddime", 43) Vefatından bir müddet önce Resûlullah'ın Müslümanlara doğru yoldan ayrılmamaları için bir mektup yazmayı düşünmesi (Buhârî, "İlim", 39) ve sözlerinin Ebû Şah için yazılmasına izin vermesi, onun hayatının son döneminde de hadislerin yazılmasına karşı olmadığını göstermektedir.
Resûl-i Ekrem'den bu konuda izin alan sahâbîler duyup öğrendikleri hadisleri hem ezberlediler hem de yazdılar (Müsned, II, 403). "Sahîfe" adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahâbîler arasında, 1.000 civarında hadis ihtiva eden eş-Sahîfetü's-sâdıka'nın sahibi Abdullah b. Amr b. Âs başta olmak üzere, Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali b. Ebû Tâlib, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semüre b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah. Abdullah b. Ebû Evfâ ve Enes b. Mâlik bulunmaktadır.
Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebû Hüreyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih (es-Sahifetü's-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamîdullah tarafından yayımlanmıştır.
Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den oğlunun, ondan da torununun rivayet ettiği, Müsnedü Büreyd adıyla tanınan kırk hadislik cüz de burada zikredilmelidir. (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 541, vr. 136a- i 74b)
İlk devirlerde hadislerin kitap haline getirilmesi durumunda onların Allah'ın kitabına denk tutulacağı veya Kur'an'dan çok hadislerle meşgul olunacağı endişesini taşıyanlar, hadislerin ezberlenmesini tavsiye etmiş, daha müsamahakâr olanlar ise ezberlemeden önce yazılabileceğini, fakat ezberledikten sonra yazılı metinlerin imha edilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur. (Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-İlm, s. 58-63)
Ayrı şehirlerde bulunan sahâbîlerin Hz. Peygamber’den bizzat duymadıkları hadisleri birbirlerinden istedikleri, bu arada Hz. Muâviye'nin talebi üzerine Mugire b. Şu'be'nin ona bazı hadisleri yazıp gönderdiği bilinmektedir. (Örnekler için bk. İmtiyaz Ahmed, s. 299-302, 500-540)
Kur'an'ın ihmal edileceği düşüncesiyle başlangıçta hadislerin yazılmasına karşı olan sahâbîler arasında Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Mûsâ el-Eş'ari, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Abbas, Ebû Saîd el-Hudrî ve Abdullah b. Ömer de bulunmaktadır. Fakat onların hemen hepsi sonradan dikkatsiz ve samimiyetsiz râvileri görünce bu kanaatlerinden vazgeçerek hadislerin yazılmasını tavsiye etmiş, talebelerine hadis yazdırmış, hatta kendileri de hadislerin yazılı olduğu metinler edinmişlerdir.
Hadislerin Rivayeti
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı idarecilerin çok hadis rivayet edilmesine karşı tavır almalarına bakarak, onların hadislere veya hadis râvilerine güvenmedikleri sonucunu çıkarmak doğru değildir. Hulefâ-yi Râşidîn'in çözümünü Kur'an'da bulamadığı birçok meselede hadise başvurduğu, hatta ortaya çıkan problemlere çözüm getirecek hadislerin mevcut olup olmadığını tesbit etmek için sahâbîlerle istişare ettiği bilinmektedir (Buhârî, "Tıb", 30; Müslim, "Selâm", 98; Ebû Dâvûd, "Ferâ'iz", 5; Tirmizî, "Talâk", 23; Dârimî, "Mukaddime", 20)
İlk halifelerin hadis rivayetindeki titizliği, hafızaya dayanan rivayete ağırlık vermek suretiyle rivayetin içerdiği konular üzerinde yeterince düşünmeyi ihmal etme gibi bir endişeden kaynaklanmış olabilir. Hz. Ömer'in, Irak bölgesine gönderdiği adamlarıyla birlikte Medine dışına kadar yürüyerek onlara, gittikleri yerdeki insanların yeni Müslüman olduklarını, bu sebeple henüz Kur'an'ı doğru okuyamadıklarını hatırlatması ve bu durumdaki kimselere önemli meselelerde ihtiyaçlarına yetecek kadar hadis rivayet edip fazlasından kaçınmalarını özellikle tenbih etmesi de (İbn Mâce, "Mukaddime", 3, Dârimî, "Mukaddime", 28) aynı endişeye dayanmalıdır.
Ferâiz ve sünneti Kur'an öğrenir gibi öğrenmeyi tavsiye eden (Dârimî, "Ferâ'iz", 1), Kâdî Şüreyh'e çözümünü Kur'an'da bulamadığı bir mesele için Resûlullah'ın sünnetine başvurmasını emreden (Dârimî, "Mukaddime", 20) Hz. Ömer'in, hadislerin rivayetine karşı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Onun sahâbîleri az hadis nakletmeye zorlamasının bir sebebi de rivayet konusunda onları mümkün olduğu kadar titiz davranmaya sevketmek istemesidir.
Bazı sahâbîler, çok hadis rivayet etmenin hadis metinlerinde fazlalık veya eksiklik türünden hatalara sebebiyet verebileceği ve böylece Hz. Peygamber'e yanlış sözler isnad edileceği endişesini taşımışlardır. Esasen her duyduğunu rivayet etmesinin insanı yalancı durumuna sokabileceğini belirten hadis de (Müslim, "Mukaddime", 5) onları bu konuda ihtiyatlı davranmaya ve az hadis rivayet etmeye sevketmiştir.
Nitekim ilk dört halife ile Zübeyr b. Avvâm, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Zeyd b. Erkam, Abdullah b. Ömer gibi sahâbîler, bu konuda son derece ihtiyatlı davranmış ve hadisleri lafzen rivayet etmeye itina göstermişlerdir.
Hadis rivayetinde ihtiyatlı olmakla beraber bilgisini başkalarından esirgeyenleri kınayan âyet ve hadislerin tesiriyle (Bakara, 2/159-160, 174-176; Buhârî, "ilim", 42; İbn Mâce, "Mukaddime", 24; Müsned, 11, 296, 499, 508) Hz. Âişe, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre gibi sahâbîler bu konuda daha rahat davranmış ve hadislerin mâna ile rivayet edilmesine karşı çıkmamışlardır.
Hz. Peygamber (asm) zamanında Müslümanlar, hadis rivayetinde yanılma veya unutma olabileceğini düşünmemişlerdir. "Kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirilmesinden" (Tevbe, 9/64) korkan münafıklar da Resûl-i Ekrem'in söylemediği bir sözü ona isnat etmekten çekinmişlerdir.
Hz. Peygamber (asm)'in vefatından sonra hadislerin kabulünde daha titiz davranma gereğini duyan Hulefâ-yi Râşidîn ve önde gelen sahâbîler, Resûlullah'tan bizzat duymadıkları bir hadisi rivayet edenlerden ya Hz. Ömer'in yaptığı gibi o hadisi Allah'ın resulünden duyan bir şâhid getirmelerini istemiş (Buhârî, "İstizân", 13) veya Hz. Ali'nin yaptığı gibi hadisi Hz. Peygamber'den duyduğuna dair yemin ettirmiş (Müsned, 1, 2. 10), yahut da Hz. Âişe'nin yaptığı gibi râvisinin iyi öğrenip öğrenmediğini anlamak için aradan uzun zaman geçtikten sonra tekrar sorarak hadisi kontrol etmiştir. (Müslim, "ilim", 14)
Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah'tan duyan sahâbîlerden derleyip yazdığı 500 hadisi yakması, rivayet sırasında bir hata yapılmış olabileceği endişesinden kaynaklanmıştır. (Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz, s. 5) Hadislerin yazılmasını düşünen Hz. Ömer'in, ileri gelen sahabe ile bir ay boyunca istişare ettikten sonra bu düşüncesinden vazgeçmesi de bu işin Kur'an'ın ihmaline yol açabileceği kaygısına dayanmaktadır. (Hatîb, Takyîdü'l-ilm, s. 50-51)
Hadisleri bir kitapta toplamayı düşünen kimseleri haklı çıkaran sebepler zamanla yoğunluk kazanmıştır. Halife Ömer devrinden itibaren fetihlerin gittikçe çoğalması, hadisleri bilen sahâbîlerin vefat etmesi, sahabenin Medine'den ayrılmasını doğru bulmayan Hz. Ömer'in vefatından sonra halife Osman'ın buna engel olmaması üzerine birçok sahâbînin Medine'den ayrılması bu konuda tedbir almayı gerekli kılmıştır.
Yeni fethedilen ülkelerin halkından kötü niyetli kimselerin, özellikle son iki halifenin şehid edilmesinden sonra dini bozmaya teşebbüs etmeleri, hadisleri yazıyla tesbit edip koruma altına almayı icap ettirdiği için başlangıçta bu işe karşı olanların çoğu daha sonra buna taraftar olmuş, tanınmış sahâbîlerin öğrencileri, onlardan duyduklarını kaydetmek için kâğıt bulamadıkları zaman elbiselerine, semerlerin arkasına, hatta duvarlara bile yazacak kadar bu konuyu önemsemişlerdir. (Dârimî, "Mukaddime", 43)
Böylece hadisler, onları rivayet etmeyi ibadet sayan gayretli kişilerin himmetleri sayesinde kaybolmaktan kurtulmuştur. Bir tesbite göre hicretin I. asrında tabiînden olan talebelerine hadis yazdıran sahâbîlerin sayısı elliyi bulmuştur. (M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-58)
Hadis rivayetiyle meşgul olan tabiîler, sahâbîlerden çok daha fazladır. Bunlar arasında, bir hadis için günlerce yolculuk yapmayı göze alan Saîd b. Müseyyeb, duydukları rivayetleri hemen kaydetmeleriyle tanınan Saîd b. Cübeyr ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi birçok muhaddis zikredilebilir.
Tabiîler içinde, önceleri hadislerin yazılmasına karşı iken sonradan bu fikirden vazgeçenlerle hayatlarının ilk dönemlerinden itibaren hadisleri yazmadığına pişmanlık duyanların çok oluşu, bu nesilde hadisleri yazma işinin büyük tasvip gördüğünü ortaya koymaktadır.
Hadislerin Tedvini/Toplanması ve Tasnifi
Hadislerin tedvînini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gâliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadı mezheplerin ortaya çıkması gelir.
Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevketmiştir. Özellikle Şîa'nın kendi grupları, daha sonra Abbasî hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslâm aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvîne taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.
Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bidatçıların rivayetlerinden kaçınmaya sevketmiş (Dârimî, "Mukaddime", 38) ve I. yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir.
İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i sünnete mensup râvilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid'atın rivayetleri alınmamıştır. (Müslim,"Mukaddime", 5)
Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip edilmiş: yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid'atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dîl ilmi doğmuş, bunun sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
Emevîler'in Mısır valisi olan Abdülazîz b. Mervân'ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amacıyla devlet adamlarının bile gayri resmî olarak hadis tedvîniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdülazîz b. Mervân, Bedir Gazvesi'ne katılan yetmiş sahâbî ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesîr b. Mürre el-Hadramî'ye yazdığı bu mektupta, Ebû Hüreyre'nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahâbîlerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir.
Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülazîz, ileri gelen âlimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvîn işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir b. Hazm'e gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber (asm)'in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. (Dârimî, "Mukaddime", 43; Buhârî, '"İlim", 34; Hatîb, Takıyîdü'l-ilm, s. 106)
Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. (İbn Abdülber, I, 331)
Sahabe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir yana, bir tesbite göre I. yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir. (M. Mustafa el-A'zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 58-161; İmtiyaz Ahmed, s. 416-590)
Hadislerin tedvîni tamamlanınca bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır.
Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu şekilde "musannef” adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da hadisleri ilk râvileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak "müsned" denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
III. yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak Kütüb-i Sitte kabul edilmektedir. Bunların içinde, sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhârî ile Müslim'in el-Câmi'u's-sahîhleri Kur'an’dan sonra İslâm'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Mâlik b. Enes'in el-Muvatta'ını veya Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî'nin es-Sünen’ini (el-Müsned) gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap İbn Mâce'nin es-Sünen'idir. Diğerleri Ebû Davud'un es-Sünen'i, Tirmizi’nin es-Sünen diye de anılan el-Câmiu's-sahîh’i ve Nesâî'nin el-Müctebâ diye de bilinen es-Sünen'idir.
Hadislerin Öğrenimi
İslâmiyet'i daha geniş kitlelere ulaştırma gayesiyle başlatılan askerî harekât sonunda daha I. yüzyıl sona ermeden İspanya'dan Orta Asya'ya kadar olan geniş toprakların İslâm coğrafyasına katılması sahâbîleri bu geniş topraklar üzerine dağılmaya mecbur etti. Ashabın bir kısmı bu topraklarda bir süre kaldı veya oralara yerleşti. Hz. Peygamber (asm)'in talebeleri olan sahâbîlerle onların yetiştirdiği tabiîn neslinin yerleştiği bu coğrafî merkezler büyük önem kazandı.
Ancak İslâmiyet'in ilk merkezi olan Medine'nin özel bir konumu vardı. İlk dört halife ile en çok hadis rivayet edenlerden Ebû Hüreyre, Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer ve Ebû Saîd el-Hudrî Medine'de yaşamışlardır. Tabiîn neslinin "fukahâ-i seb'a" diye anılan yedi büyük fakihi ve hadis ilmine büyük hizmetleriyle tanınan İbn Şihâb ez-Zührî de Medine'nin yetiştirdiği büyük âlimlerdendir.
Diğer ilim merkezlerinden Mekke'de Abdullah b. Abbas, Attâb b. Esîd, İkrime b. Ebû Cehil ve Osman b. Talha gibi sahâbîler; Mücâhid b. Cebr, Atâ b. Ebû Rebâh, Amr b. Dînâr gibi tabiîler; 10.000 sahâbînin ayak bastığı rivayet edilen Şam bölgesinde Muâz b. Cebel. Ubâde b. Sâmit ve Ebü'd-Derdâ gibi sahâbîler; Ebû İdrîs el-Havlânî, Ömer b. Abdülazîz gibi tabiîler; Ehl-i Bedir'den yetmiş, Bey'atürrıdvân ehlinden 300 kişinin yerleştiği Kûfe'de (İbn Sa'd, VI, 9) Hz. Ali, Sa'd b. Ebû Vakkâs, Abdullah b. Mes'ûd gibi sahâbîler; Alkame b. Kays, İbrahim en-Nehaî ve Şa'bî gibi tabiîler; Basra'da Enes b. Mâlik, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, İmrân b. Husayn gibi sahâbîier; Hasan-ı Basrî, İbn Şîrîn, Katâde b. Diâme gibi tabiîler hadis öğrenimine hizmet etmişlerdir.
Diğer ilim merkezlerinden Mısır'da Abdullah b. Amr b. Âs; Mağrib ve Endülüs'te Mikdâd b. Esved, Misver b. Mahreme ve Seleme b. Ekva'; Buhara, Semerkant, Merv, Herat, Rey, İsfahan gibi yerleri içine alan Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinde Büreyde b. Husayb, Ebû Berze el-Eslemî ve Hakem b. Amr el-Gıfâri gibi sahâbîler yerleştikleri bu yerleri birer hadis öğretim merkezi haline getirmişlerdir.
Sahabe neslinin Hz. Peygamber (asm)'den bizzat duymadığı hadisleri diğer sahâbîlerden öğrenmek amacıyla yaptığı yolculuklar daha sonraki dönemlerde "talebü'l-hadîs" veya "rihle" adıyla devam etmiş, bu arada gittikleri ilim merkezlerindeki bütün hadisleri öğrenip ezberleyen güçlü hadis hafızları yetişmiştir. Hadis hafızı ve fakih Mekhûl b. Ebû Müslim (ö. 112/ 730) kölelikten azat edildikten sonra Mısır, Irak, Hicaz (Medine) ve Şam'ı dolaşmış, kendi ifadesine göre bu bölgelerde rivayet edilen hadislerin tamamını öğrenmiştir. (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 146)
Yetmiş beş yıllık ömrünün otuz dört yılını belli başlı ilim merkezlerinde hadis tahsiliyle geçiren Endülüslü muhaddis Bakî b. Mahled gibi hadis talebeleri az değildir. Kendi memleketlerinde pek çok hadis âlimi bulunsa bile hadis talebelerinin önemli ilim merkezlerini bazen birkaç defa dolaşarak devrin tanınmış muhaddislerinden hadis rivayet etmeleri bir gelenek halini almıştı. Kendisinden hadis öğrenilecek muhaddis, rivayetlerini bir kitapta toplamış olsa dahi bu kitabın sağlam bir nüshasını önce istinsah etme, ardından bizzat muhaddisinden dinleme veya ona okuma yahut daha sonraki devirlerde geliştirilen usullerle bir kitabın ya da çeşitli kitapların rivayeti için icazet alma geleneği tahsil süresinin uzamasına tesir etmiştir.
Bütün bu zor şartlara rağmen muhaddislerin tükenmeyen gayretleri sonunda Hz. Peygamber (asm)'in hadisleri bir araya getirilmiş, hadisler arasındaki rivayet farkları azaltılmış, isnad zincirlerinin gereksiz yere uzaması önlenmiş, bu arada hadisleri rivayet eden kimselerin hayatları, şahsiyetleri, bilgilerinin ve hafızalarının sağlamlık derecesi en ince noktasına kadar tesbit edilmiştir.
Özetle, hadisler Hz. Peygamber (asm) zamanından itibaren ezberlenerek, yazılarak ve en önemlisi de yaşanarak muhafaza edilmiş, elimizdeki hadis kaynaklarına kaydedilmiştir. Bu konuda şüpheye neden olacak hiçbir şey yoktur. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, Hadis md.)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
https://
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder